Bir mektup daha yazıp gönderdikten sonra
balkona çıkıp şehrin gecesini seyretmeye başladı adam. Yüksekteki balkonundan
şehrin tüm sokaklarını seçebiliyordu. Patlak sokak lambaları altında oturan
gençleri, o sokak lambalarını patlatan ve sağlam sokak lambalarının ömrüne
kastı olan diğer gençleri, yorgun adımlarla yürüyen kadınları, uykusuz ve bitap
bir şekilde devriye gezen polisleri seyretmek artık bıkkınlık verici bir hale
gelmişti adam için.
Arkasına yaslanıp bir sigara yaktı ve
sayfalarının yıpranmışlığından defalarca okunduğu anlaşılan kitabını okumaya
başladı. Sigarasını rüzgârla paylaşırken okuduğu kitabın satırlarında kendinden
geçiyordu adeta. Kitabın; “bir adam
‘ızdırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun?’ diye ağlıyor, bir kadın da buna
‘sus, sus! Ben de ızdırap çekiyorum...’ diye cevap veriyordu” diyen
satırlarından sonrasını hatırlamak için, içinde karşı koyulmaz bir istek
duyuyordu.
Sigarasını kül tablasında boğduktan
sonra sert bir şekilde kitabı kapattı. Bu dünyaya ait olmayan bir nesneye bakar
gibi dikkatle baktı kitaba. Beyninin içinde kelimeler, cümleler, diyaloglar,
tartışmalar vardı. Yıllar süren bir kavgadan çıkmışçasına yorgun hissediyordu
kendini. Kitabı, kutsal bir kitap tutar gibi saygıyla tutuyorken, birden karşısında
öksüz bir çocuk varmış gibi göğsüne bastırdı kitabı. Hafif bir rüzgâr ve şehrin
sessizlik kokan karanlığında uykuya daldı.
Birkaç gün sonra daldığı dalgınlık
âleminden çalan zil ile uyandı. Sanki asırlardır yolda olan bir ulak en sonunda
gelmişti, gittiği yerden. Kapıyı açtı ve karşısında bir posta memuru gördü. Beklediğini
bulmuş olmasına rağmen yaşadığı sevinci belli edemeyecek kadar yorgundu. Sorar
gözlerle memura baktı. Memur, son derece bıkkın ve isteksiz bir yüz ifadesi ile
adama bir zarf getirdiğini ve imza atması gerektiğini söyledi. Adam, son derece
anlamsız bakışlarla memura baktı. İki yorgun adam dakikalarca birbirlerini
süzdüler. Nihayet memur görev başında olduğunu hatırlayarak zarfı adama verdi
ve istediği imzayı -bir karalama
biçiminde de olsa- almayı başardı.
Adam kapıyı kapatıp balkona geçti.
Kendisinin bile farkında olmadığı bir sevinç vardı üzerinde. Heyecanlanmıştı.
Zarfı açtı, okumaya başladı:
“Sevmek
bir intihar eylemi demişsin bana, illegal bir kalp nakli gibi.. Sevmek bir
intihardı, peki sen, intiharı göze aldın mı? Beni kazanmak için kendini
kaybetmeyi denedin mi? Denemeyi geçtim, hiç düşündün mü bedenini göklere
defnetmeyi?
Evet,
zordur bir kadını sevmek, hele de yürümeyi biliyorsa. Ama sendin yüreğiyle
ayaklarıma prangalar vuran, aslında vuramayan!
Aslında,
bana çok şey borçlusun! Bana olan aşkın sayesinde şair oldun, olabildiysen
eğer.. Ve biliyorsun; hep Fransız kaldın bana sen, hiç anlaşamadık! Fransızca
yağmuru yadırgadın, kendini yağmura bırakmak yerine!
Son
sözlerim olduğu için fazla uzatmıyorum. İkimiz farklı dillerde öleceğiz. Ölüm
şiir gibidir, şiir gibi.. Ama senin şiir dediklerinin kimi alıntı kimi çalıntı;
bak, gidiyorum! Şimdi senden kalmadı bir kalıntı..”
Adam mektubu okuduktan sonra diri diri
toprağa gömülen bir insan gibi boğulduğunu hissediyordu. Ölüm haberi almış gibi
sessizdi. Düşünceleri darağacında sallanıyor, beynine yakın mesafeden bir
şarjör kurşun yerleşiyordu. Şehir, işini gücünü bırakıp adamın sessizliğine
eşlik ediyordu. Veya adam öyle zannediyordu.
Bir sigara yaktı. İki gündür aynı yerde
duran kitaba baktı. Yazarın adının yazdığı yere gözlerini dikerek “Affet!” dedi. O kelime bir rica gibi
değil bir yalvarma gibi dökülmüştü ağzından. O kadar ihtiyacı vardı ki
affedilmeye, tarih boyunca nefes alan tüm varlıklar onu affetse yine de kalbi
acıyacaktı sanki.
Yazı masasının bulunduğu odaya yürüdü.
Duvarları sigara dumanı ile boyalı olan odada yazı masasından başka ortalama
bir lise öğrencisine bir-iki ömür yetecek kadar kitap vardı. Yazı masasına oturup
çekmeceden boş bir kâğıt çıkarıp birkaç cümle yazdı. Kâğıdı yerleştireceği
zarfın üzerine her zamankinden farklı bir adres yazarak zarfı yapıştırdı ve evin
dış girişindeki posta kutusuna zarfı koyduktan sonra yeniden odasına döndü. Duvarlardaki
soyulmuş boya izlerini tazelemek için bir sigara daha yaktı. Sonrasında
çekmeceden yine boş bir kâğıt çıkarıp bir şeyler yazdıktan sonra kâğıdı o puslu
odaya terk etti.
* * *
Ertesi gün kadın evden çıkmak için
kapıyı açtığında kapısının önüne bırakılmış bir zarfla karşılaştı. Zarfı henüz
incelemeden kendi kendine söylenmeye başladı. Kadın, bir insan nasıl bu kadar
yüzsüz olabilir, diye düşünüyor ve zarfı gönderenin adam olduğunu zannederek
küplere biniyordu. İstemeye istemeye zarfı aldı ve ön yüzünü çevirdi. Gönderici
farklıydı. Yani en azından doğru düzgün bir isim vardı. Çünkü ne zaman bir
zarfta isim yerine bir mahlasla karşılaşsa o zarfın kim tarafından
gönderildiğini anlayabiliyordu. Zarfı açtı. Kâğıdı çıkarıp okuyacakken büyük
harflerle yazılmış tek cümlelik bir yazı ile karşılaştı:
“ARTIK HİÇBİR
ŞEY ONU GERİ GETİRMEYECEK!”
Kadın, şeytanın sözlerine kanıp kanmamak
arasında ikilemde kalmış biri gibi düşünmeye başladı. Sözün kim tarafından ne
amaçla yazıldığı merak konusuydu. Kapıyı kapatıp dışarı çıkmaktan vazgeçti.
Çantasını yere bıraktı ve içinden sigarasını bularak bir sigara yaktı. Bir
elinde sigara bir elinde kâğıt olduğu halde balkona yürüdü. Hiçbir şey düşünmek
istemediği bir gün eline geçen bu kâğıt onu yine düşüncelere gömmüştü.
Düşünceleri merakından kaynaklanıyordu. Neden merak ettiğini düşünüyor ve bunu
neden düşündüğünü merak ediyordu. Sonrasında yine aynı dilemma... Artık
düşüncelerinin paradoksa dönüştüğünü düşünmeye başladı. Nedenini düşünürse
içinden hiç çıkamayacağı bir girdaba sürüklenecekti. Düşünmeyi bıraktı.
Düşünürse delirebileceğini anladı. Gözlerini yumdu ve düşüncelerini bir kâbusa
sürüklemeyi tercih ederek uykuya daldı.
Uyandığında balkonda neden uyuduğunu
hatırlayacak derecede gereksiz bir uykuya daldığını düşündü. İçindeki merak uykusunda
bile onu rahat bırakmamış, binlerce parazit göğüs kafesinin içinde milyonlarca
insanın çığlığını bastırırcasına çalışmaya başlamıştı. Ayağa kalktı. Bu sonsuz
sıkıntının tek çözümünün adama gitmek olduğunu düşündü.
Sonunda dayanamayarak evden çıktı. Ona
gidiyordu. İçinde meraktan ziyade büyük bir korku vardı. Kadın, içinde bir
korku olduğunu anlamıyor sadece seziyordu. Korkacak bir şey olmadığını
düşünüyordu. Neden merak ettiğini düşünmekten vazgeçerek, neden korku sezdiğini
düşünmeye başladı. Düşünceler, korku, merak... Beyni yine paradokslara
bulanmıştı. Düşünmeyi bırakıp evden çıktığından beri yeri seyreden bakışlarını
önündeki yola doğrulttu. Sanki bir anda adamın evini olduğu sokağa gelmişti.
İstemsizce adamın balkonuna baktı. Işığı yanmıyordu. Sokak acayip derecede
serindi. Hafiften üşüdüğünü hissetti. Adımlarını hızlandırarak adamın evine
doğru yürüdü.
Binanın içine girdiğinde kör bir çocuğun
gökkuşağını seyrederken gördüğü manzaradan daha karanlık bir manzarayla
karşılaştı. Gözü kapalı gitse bulabileceği derecede iyi bildiği dairenin yolunu
tuttu. Karanlık, çok karanlıktı. Bu alışılmamış karanlık artı soğukluk kadının
korkusunu körüklüyordu. Yeniden düşünür gibi olunca gözlerini kapatıp
adımlarını durdurdu. Merdivenin basamağına oturup sakinleşmeye çalıştı. Kadına
dakikalar gibi geçen birkaç saniyede yeniden ayağa kalktı. Kendini adamın
dairesinin önünde bulduğunda şaşkınlıktan kısa bir çığlık attı. Dairenin önüne
kadar gelmiş olsa neden kapıyı çalmak yerine basamaklara oturmayı tercih etmiş
olabilirdi. Nasıl olduğuna anlam veremedi ve vermek de istemedi zaten. Kapıyı
tıklattı. Kapı açılıverdi. Kadın, biraz önceki olaydan sonra bu olaya pek
şaşırmamıştı sanki. Sadece korkusu pekişmiş merakı iyice artmıştı. Binanın
içindeki karanlığın aksine evin içi şaşılacak derecede aydınlık gibi
gözüküyordu. Ama evin içine yoğun bir kızıllık hâkimdi. Kadın içeri girdi. Evin
içi binadan daha serindi. Etrafı incelemeden ve hiç ses çıkarmadan ilerliyordu.
Yazı masasının olduğu odaya girdi. Odanın içi daha serin ve daha kızıldı. Sanki
odanın duvarları sigara içiyormuş gibi odanın içi aşırı derecede sigara
kokuyordu. Kadın yazı masasının yanına gelerek masanın üzerindeki kâğıdı gördü.
Kâğıdın üzerinde “O’na” yazıyordu.
Üstüne alındığı anlaşılıyor ki oturup okumaya başladı:
“Bu
sefer seni sevdiğimi yazmayacağım sadece hissettireceğim; şimdi yavaşça elini
yalnızlığına koy. Koyamazsın! Çünkü günahkâr olan benim, sen değil. Tanrı gibi
yalnız olup günah işleyen benim.
Biliyor
musun sevgili; senden adam olmaz. Olsa olsa kadın olur, soyadı ben olmayan.
Aslında ben hep kendimi özledim ondandır seni arayışım. Özür dilerim!
Reenkarnasyona inanıyordum; ölürsen içimde yaşayacaktın. Ya ben? Bilirsin güzel
şeyler hep erken biter; dudaklarının dudaklarımda yarattığı cennet gibi. Şimdi,
gece vakitsiz peydahlanan bir günahın âhı ile vakitsizce gidiyorum, bu. Kendi
balkonumdan kendimi seyrediyorum, senin yapamayacağın gibi..”
Kadın, kâğıdı bıraktığında merakının ve
korkusunun dineceğini zannederek yanıldığı anlamıştı. Titreyerek ayağa kalktı
ve balkona kadar yürüdü. Balkon kapısı açmaya ne isteği ne de cesareti vardı.
İki adım geri çekilerek sandalyeye oturdu. Düşünceleri kurşunlara meydan
okurcasına işliyordu beyninde. Gözlerini yumdu. Düşünmek istemiyordu. Göz
bebekleri karıncalanana kadar hareketsiz bekledikten sonra ellerini gözlerinden
çekti. Derin bir karanlığın içinden yavaşça kendine gelen gözleri ile etrafa
bakındığında şaşkınlıktan titremeye başladı. Balkona çıkmadığı halde balkonda,
adamın balkonunda olduğunu görünce rüyada olup olmadığını kontrol etmek için
kendine bir tokat attı. Rüya değildi. Zaten böylesi garip bir durumun içinde
olan bir kişi rüyada olamazdı. Bu düpedüz kâbustu. Ama ne yazık ki gerçekten
balkondaydı. İstemsizce ayağa kalktı. Ayağa kalkmayı düşünmemiş, bunu aklının
ucundan dahi geçirmemişti. Tamamen istemsizce, şuursuzca ayağa kalktı. Şehri
seyretmeye başladı. Patlak sokak lambaları altında oturan gençleri, o sokak
lambalarını patlatan ve sağlam sokak lambalarının ömrüne kastı olan diğer
gençleri, yorgun adımlarla yürüyen kadınları, uykusuz ve bitap bir şekilde
devriye gezen polisleri görünce hayatın devam ettiğinin farkına vardı kadın. Tek
başına yürüyen bir adama takıldı kadının gözleri. Bir ayağı olmayan ve bu
yüzden değneklerle yürüyebilen bir adamı seyre koyuldu. Adamın iki adım ardında
bir kedi vardı. Belli ki adamın kedisiydi. Ve bir kediden beklenmeyecek bir
sadakatle adamı takip ediyordu. Adam mezarlığa girdi. Belki de kendi gibi sakat
olan ve bunu kendine yediremediği için intihar eden bir dostunu ziyaret
edecekti. Kadın yüzünde hazin bir tebessümle adamı seyrederken birdenbire
kurşun yemiş gibi sarsıldı. Bayılmıştı.
Kadın, düşüncelerini düşünmeden yürümeye
başladı. Mezarlığa gidiyordu. Neden mezarlığa gittiğini veya o sakat adamı
görünce neden ölümü hatırlayıp bayıldığını bilmiyordu. Sadece yürüyordu. Ona
bir asır kadar uzun gelen bir süre sonra mezarlığın önünde buldu kendini.
Tereddüt bile etmeden içeri girdi. Ne mezar taşlarına bakıyor ne de sessizliğe
aldırıyordu. Zifiri karanlığın içinde bazı sokak lambalarının aydınlattığı
yerlere doğru yürüyor ve ne aradığını bile bilmiyordu. Nihayet bir ışığın
altında bir tabut gördü. O tabuta doğru yürümeye başladı. Tabutun yanında bir
adam vardı. İntihar etmişti. Kadın titremeye başladı, yine. Korkarak adama
baktı. Tanımıyordu. Sevinmesi mi üzülmesi mi gerekir bilmiyordu. Çünkü neye
sevineceğini veya neye üzüleceğini bilmiyordu. Çünkü üzüleceği veya sevineceği
şeylere neden bir duygu besleyecek kadar değer verdiğini veya değer vermesi
gerektiğini bilmiyordu. Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Tabuta yaklaştı.
Tabutu arka tarafından araladığında bir kadavra yerine bir tahta ve tahtanın
üzerine konulmuş bir kitap gördü. Kitabı tanıyordu. Adamın en sevdiği kitaptı.
Konusu yoktu. Konusu her şeydi. Konusu onlardı biraz. Kitabın içinden bir kâğıt
ve beş tane fotoğraf çıktı. Kadının en güzel hallerinde çekilmiş beş
fotoğraf... Kadın, kâğıdı açtı. Gözyaşları henüz gözlerinin içindeyken okumaya
başladı:
“Son sözlerim olduğu için fazla
uzatmayacağım. Ama yazmak istedim sana; ağlasın diye gözlerin. Yükseklik
korkusu vardı bende, gözlerine bakamazdım. İçim yanardı sen diye, ben üşürdüm
gözlerinde. Şimdi sen gitmiş gibi değil ben ölmüş gibi hissediyorum. İnsan
hissettiği yaştadır ya hani; işte ben boğuluyorum. Şairler ağlamaz derler,
ağlıyorum... Demek ki sen haklısın, şair değilim ben.
Seni unutabilirdim aslında ama ben
ölmeyi beceremiyorum ki. Ama emin ol şimdi unuttum seni. Evet, farklı dillerde
öleceğiz biz: sen Fransızca ve ben şiirce! Fransızca yağmurlar ıslatacak senin
bedenini; beni ise kendi gözyaşlarım. Bilmiyorum ben ölünce ne olurum ama
galiba sen şiir olacaksın. Şiirler zaten kadındır; biz erkekler erkekliğimize
yediremeyiz. Erkekler kuru kuruya çekemezler aşkın derdini ve bu yüzden
ağlarlar, meze yaparlar gözyaşlarını. En büyük yalandır; erkekler ağlamaz,
dedikleri...
Artık hiçbir şey geri getirmeyecek beni!
Kalbimi de götürdüm yanımda, açık kalp masajı yapma diye. Zaten açık kalp
masajı dedikleri; elimi ellerinle okşayışın olsa gerek.. Şimdi şehir bensiz,
bir tek sen kaldın, şehir iklimsiz.. Çünkü birer kar tanesiydik biz; birlikte
düşersek iklim, yalnız düşersem intihar olurdu. Yalnızım.. Şimdi senden bir
isteğim var; ardımdan bir el şiir oku ve unutma: ben seni hep sevdim.
Külüm öldüğümün kanıtıdır ey kadın!
İnandın mı; bak bu sefer ölmüş gibi yapmadım..”
Tüm mektubu gözyaşları ile hırpalayan
kadın son cümlede adamın ne demek istediğini anlamıştı. Tabutun kapağını
tamamen açtı. Tabutun baş tarafında beyaz çarşafa sarılı bir şey vardı. Çarşafı
açtığında alev alev yanan kalbin adamın tüm bedenini yaktığını anladı. Esen
rüzgâr çarşafın içindeki külleri savurup kadının saçlarına ve gözyaşlarına
karıştırırken, kadın tabutun arka kısmındaki tahtayı kaldırdı. Mezar tahtası
olduğu anlaşılan tahtanın üzerinde yazanları okuduktan sonra orada, o tabutun
dizinin dibinde gözlerini yumdu; düşüncelerini kurşuna dizip “Affet!”
diyerek... Tahtanın üzerinde büyük harflerle yazan yazı aynen şöyleydi:
KATİL RUHLU ŞAİR
Altay Kenger
(Caer De Disgracia)
30.X.11