23.11.14

Kör

anadan doğma kör insanlar
solmuştu hayatlar
sonbahar da dökülen yapraklar gibiydi
sevgimiz ve insalığımız

onaltı kasım ikibin ondört.
hava soğuk,betonlar ve buzlar ondan da soğuk.
yağmur taneleri iniyor gökten
ve usulca bir yaprağa düşüyor

aynı bir kuş edası ile süzülerek
her yer o kadar sessiz ki
yağmur tanesinin sesini duyabiliyordum
ve kimse yoktu yanımda
ellerim  soğuk
ellerim nasırlı

artık yalnızlığı ve soğu dert etmiyordum
''vakit tamdır diyordum,ve yaprağın sesi
diyor ki değil daha
vakit var daha.''

bu sefil ve yalnız hayattan kurtulmak için
ne vermezdim bir sevdiğim olsa
ne sermezdim önüne
içi boş sahipsiz bir kalp verirdim eline
sevginle doldur diye

20.11.14

afedersiniz

seni betimlerken bazı madenciler
durmaksızın ölüyor
behrinda
ölümlü olduğumuzu hatırlamalıyız

biz burada sevişirken
dilenciler para sayıyor
birileri ölümlü olduğumuzu hatırlatmalı
yüzünün behrinda, yüzünün her noktasını
ezberleyip tekrar unutmaktan yoruldum

...

behrinda.
zabıtalarla dilencilerin işbirliğinden şüphe duyuyorum
dilenciler hasılatın ne kadarıyla kömür alıyor?

yüreğin elime atarken unutuyorum
bu kaçıncı şiir sevişmelerimizi
belgeleyen?

18.11.14

Sonbahar

  Yine günlerden sonbahar
  Ağaçlar yapraklarını dökmüş
  Sararmış hayaller
  Solmuş kalpler

  Sonbahar işte
  Anlamsız hayatlar
  Geriye kalan
  Bir avuç hüzün
  

17.11.14

Katil Ruhlu Şair

Bir mektup daha yazıp gönderdikten sonra balkona çıkıp şehrin gecesini seyretmeye başladı adam. Yüksekteki balkonundan şehrin tüm sokaklarını seçebiliyordu. Patlak sokak lambaları altında oturan gençleri, o sokak lambalarını patlatan ve sağlam sokak lambalarının ömrüne kastı olan diğer gençleri, yorgun adımlarla yürüyen kadınları, uykusuz ve bitap bir şekilde devriye gezen polisleri seyretmek artık bıkkınlık verici bir hale gelmişti adam için.
Arkasına yaslanıp bir sigara yaktı ve sayfalarının yıpranmışlığından defalarca okunduğu anlaşılan kitabını okumaya başladı. Sigarasını rüzgârla paylaşırken okuduğu kitabın satırlarında kendinden geçiyordu adeta. Kitabın; “bir adam ‘ızdırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun?’ diye ağlıyor, bir kadın da buna ‘sus, sus! Ben de ızdırap çekiyorum...’ diye cevap veriyordu” diyen satırlarından sonrasını hatırlamak için, içinde karşı koyulmaz bir istek duyuyordu.
Sigarasını kül tablasında boğduktan sonra sert bir şekilde kitabı kapattı. Bu dünyaya ait olmayan bir nesneye bakar gibi dikkatle baktı kitaba. Beyninin içinde kelimeler, cümleler, diyaloglar, tartışmalar vardı. Yıllar süren bir kavgadan çıkmışçasına yorgun hissediyordu kendini. Kitabı, kutsal bir kitap tutar gibi saygıyla tutuyorken, birden karşısında öksüz bir çocuk varmış gibi göğsüne bastırdı kitabı. Hafif bir rüzgâr ve şehrin sessizlik kokan karanlığında uykuya daldı.

Birkaç gün sonra daldığı dalgınlık âleminden çalan zil ile uyandı. Sanki asırlardır yolda olan bir ulak en sonunda gelmişti, gittiği yerden. Kapıyı açtı ve karşısında bir posta memuru gördü. Beklediğini bulmuş olmasına rağmen yaşadığı sevinci belli edemeyecek kadar yorgundu. Sorar gözlerle memura baktı. Memur, son derece bıkkın ve isteksiz bir yüz ifadesi ile adama bir zarf getirdiğini ve imza atması gerektiğini söyledi. Adam, son derece anlamsız bakışlarla memura baktı. İki yorgun adam dakikalarca birbirlerini süzdüler. Nihayet memur görev başında olduğunu hatırlayarak zarfı adama verdi ve istediği imzayı -bir karalama biçiminde de olsa- almayı başardı.
Adam kapıyı kapatıp balkona geçti. Kendisinin bile farkında olmadığı bir sevinç vardı üzerinde. Heyecanlanmıştı. Zarfı açtı, okumaya başladı:
Sevmek bir intihar eylemi demişsin bana, illegal bir kalp nakli gibi.. Sevmek bir intihardı, peki sen, intiharı göze aldın mı? Beni kazanmak için kendini kaybetmeyi denedin mi? Denemeyi geçtim, hiç düşündün mü bedenini göklere defnetmeyi?
Evet, zordur bir kadını sevmek, hele de yürümeyi biliyorsa. Ama sendin yüreğiyle ayaklarıma prangalar vuran, aslında vuramayan!
Aslında, bana çok şey borçlusun! Bana olan aşkın sayesinde şair oldun, olabildiysen eğer.. Ve biliyorsun; hep Fransız kaldın bana sen, hiç anlaşamadık! Fransızca yağmuru yadırgadın, kendini yağmura bırakmak yerine!
Son sözlerim olduğu için fazla uzatmıyorum. İkimiz farklı dillerde öleceğiz. Ölüm şiir gibidir, şiir gibi.. Ama senin şiir dediklerinin kimi alıntı kimi çalıntı; bak, gidiyorum! Şimdi senden kalmadı bir kalıntı..

Adam mektubu okuduktan sonra diri diri toprağa gömülen bir insan gibi boğulduğunu hissediyordu. Ölüm haberi almış gibi sessizdi. Düşünceleri darağacında sallanıyor, beynine yakın mesafeden bir şarjör kurşun yerleşiyordu. Şehir, işini gücünü bırakıp adamın sessizliğine eşlik ediyordu. Veya adam öyle zannediyordu.



Bir sigara yaktı. İki gündür aynı yerde duran kitaba baktı. Yazarın adının yazdığı yere gözlerini dikerek “Affet!” dedi. O kelime bir rica gibi değil bir yalvarma gibi dökülmüştü ağzından. O kadar ihtiyacı vardı ki affedilmeye, tarih boyunca nefes alan tüm varlıklar onu affetse yine de kalbi acıyacaktı sanki.
Yazı masasının bulunduğu odaya yürüdü. Duvarları sigara dumanı ile boyalı olan odada yazı masasından başka ortalama bir lise öğrencisine bir-iki ömür yetecek kadar kitap vardı. Yazı masasına oturup çekmeceden boş bir kâğıt çıkarıp birkaç cümle yazdı. Kâğıdı yerleştireceği zarfın üzerine her zamankinden farklı bir adres yazarak zarfı yapıştırdı ve evin dış girişindeki posta kutusuna zarfı koyduktan sonra yeniden odasına döndü. Duvarlardaki soyulmuş boya izlerini tazelemek için bir sigara daha yaktı. Sonrasında çekmeceden yine boş bir kâğıt çıkarıp bir şeyler yazdıktan sonra kâğıdı o puslu odaya terk etti.

* * * 

Ertesi gün kadın evden çıkmak için kapıyı açtığında kapısının önüne bırakılmış bir zarfla karşılaştı. Zarfı henüz incelemeden kendi kendine söylenmeye başladı. Kadın, bir insan nasıl bu kadar yüzsüz olabilir, diye düşünüyor ve zarfı gönderenin adam olduğunu zannederek küplere biniyordu. İstemeye istemeye zarfı aldı ve ön yüzünü çevirdi. Gönderici farklıydı. Yani en azından doğru düzgün bir isim vardı. Çünkü ne zaman bir zarfta isim yerine bir mahlasla karşılaşsa o zarfın kim tarafından gönderildiğini anlayabiliyordu. Zarfı açtı. Kâğıdı çıkarıp okuyacakken büyük harflerle yazılmış tek cümlelik bir yazı ile karşılaştı:

“ARTIK HİÇBİR ŞEY ONU GERİ GETİRMEYECEK!”

Kadın, şeytanın sözlerine kanıp kanmamak arasında ikilemde kalmış biri gibi düşünmeye başladı. Sözün kim tarafından ne amaçla yazıldığı merak konusuydu. Kapıyı kapatıp dışarı çıkmaktan vazgeçti. Çantasını yere bıraktı ve içinden sigarasını bularak bir sigara yaktı. Bir elinde sigara bir elinde kâğıt olduğu halde balkona yürüdü. Hiçbir şey düşünmek istemediği bir gün eline geçen bu kâğıt onu yine düşüncelere gömmüştü. Düşünceleri merakından kaynaklanıyordu. Neden merak ettiğini düşünüyor ve bunu neden düşündüğünü merak ediyordu. Sonrasında yine aynı dilemma... Artık düşüncelerinin paradoksa dönüştüğünü düşünmeye başladı. Nedenini düşünürse içinden hiç çıkamayacağı bir girdaba sürüklenecekti. Düşünmeyi bıraktı. Düşünürse delirebileceğini anladı. Gözlerini yumdu ve düşüncelerini bir kâbusa sürüklemeyi tercih ederek uykuya daldı.
Uyandığında balkonda neden uyuduğunu hatırlayacak derecede gereksiz bir uykuya daldığını düşündü. İçindeki merak uykusunda bile onu rahat bırakmamış, binlerce parazit göğüs kafesinin içinde milyonlarca insanın çığlığını bastırırcasına çalışmaya başlamıştı. Ayağa kalktı. Bu sonsuz sıkıntının tek çözümünün adama gitmek olduğunu düşündü.
Sonunda dayanamayarak evden çıktı. Ona gidiyordu. İçinde meraktan ziyade büyük bir korku vardı. Kadın, içinde bir korku olduğunu anlamıyor sadece seziyordu. Korkacak bir şey olmadığını düşünüyordu. Neden merak ettiğini düşünmekten vazgeçerek, neden korku sezdiğini düşünmeye başladı. Düşünceler, korku, merak... Beyni yine paradokslara bulanmıştı. Düşünmeyi bırakıp evden çıktığından beri yeri seyreden bakışlarını önündeki yola doğrulttu. Sanki bir anda adamın evini olduğu sokağa gelmişti. İstemsizce adamın balkonuna baktı. Işığı yanmıyordu. Sokak acayip derecede serindi. Hafiften üşüdüğünü hissetti. Adımlarını hızlandırarak adamın evine doğru yürüdü.




Binanın içine girdiğinde kör bir çocuğun gökkuşağını seyrederken gördüğü manzaradan daha karanlık bir manzarayla karşılaştı. Gözü kapalı gitse bulabileceği derecede iyi bildiği dairenin yolunu tuttu. Karanlık, çok karanlıktı. Bu alışılmamış karanlık artı soğukluk kadının korkusunu körüklüyordu. Yeniden düşünür gibi olunca gözlerini kapatıp adımlarını durdurdu. Merdivenin basamağına oturup sakinleşmeye çalıştı. Kadına dakikalar gibi geçen birkaç saniyede yeniden ayağa kalktı. Kendini adamın dairesinin önünde bulduğunda şaşkınlıktan kısa bir çığlık attı. Dairenin önüne kadar gelmiş olsa neden kapıyı çalmak yerine basamaklara oturmayı tercih etmiş olabilirdi. Nasıl olduğuna anlam veremedi ve vermek de istemedi zaten. Kapıyı tıklattı. Kapı açılıverdi. Kadın, biraz önceki olaydan sonra bu olaya pek şaşırmamıştı sanki. Sadece korkusu pekişmiş merakı iyice artmıştı. Binanın içindeki karanlığın aksine evin içi şaşılacak derecede aydınlık gibi gözüküyordu. Ama evin içine yoğun bir kızıllık hâkimdi. Kadın içeri girdi. Evin içi binadan daha serindi. Etrafı incelemeden ve hiç ses çıkarmadan ilerliyordu. Yazı masasının olduğu odaya girdi. Odanın içi daha serin ve daha kızıldı. Sanki odanın duvarları sigara içiyormuş gibi odanın içi aşırı derecede sigara kokuyordu. Kadın yazı masasının yanına gelerek masanın üzerindeki kâğıdı gördü. Kâğıdın üzerinde “O’na” yazıyordu. Üstüne alındığı anlaşılıyor ki oturup okumaya başladı:

Bu sefer seni sevdiğimi yazmayacağım sadece hissettireceğim; şimdi yavaşça elini yalnızlığına koy. Koyamazsın! Çünkü günahkâr olan benim, sen değil. Tanrı gibi yalnız olup günah işleyen benim.
Biliyor musun sevgili; senden adam olmaz. Olsa olsa kadın olur, soyadı ben olmayan. Aslında ben hep kendimi özledim ondandır seni arayışım. Özür dilerim! Reenkarnasyona inanıyordum; ölürsen içimde yaşayacaktın. Ya ben? Bilirsin güzel şeyler hep erken biter; dudaklarının dudaklarımda yarattığı cennet gibi. Şimdi, gece vakitsiz peydahlanan bir günahın âhı ile vakitsizce gidiyorum, bu. Kendi balkonumdan kendimi seyrediyorum, senin yapamayacağın gibi..

Kadın, kâğıdı bıraktığında merakının ve korkusunun dineceğini zannederek yanıldığı anlamıştı. Titreyerek ayağa kalktı ve balkona kadar yürüdü. Balkon kapısı açmaya ne isteği ne de cesareti vardı. İki adım geri çekilerek sandalyeye oturdu. Düşünceleri kurşunlara meydan okurcasına işliyordu beyninde. Gözlerini yumdu. Düşünmek istemiyordu. Göz bebekleri karıncalanana kadar hareketsiz bekledikten sonra ellerini gözlerinden çekti. Derin bir karanlığın içinden yavaşça kendine gelen gözleri ile etrafa bakındığında şaşkınlıktan titremeye başladı. Balkona çıkmadığı halde balkonda, adamın balkonunda olduğunu görünce rüyada olup olmadığını kontrol etmek için kendine bir tokat attı. Rüya değildi. Zaten böylesi garip bir durumun içinde olan bir kişi rüyada olamazdı. Bu düpedüz kâbustu. Ama ne yazık ki gerçekten balkondaydı. İstemsizce ayağa kalktı. Ayağa kalkmayı düşünmemiş, bunu aklının ucundan dahi geçirmemişti. Tamamen istemsizce, şuursuzca ayağa kalktı. Şehri seyretmeye başladı. Patlak sokak lambaları altında oturan gençleri, o sokak lambalarını patlatan ve sağlam sokak lambalarının ömrüne kastı olan diğer gençleri, yorgun adımlarla yürüyen kadınları, uykusuz ve bitap bir şekilde devriye gezen polisleri görünce hayatın devam ettiğinin farkına vardı kadın. Tek başına yürüyen bir adama takıldı kadının gözleri. Bir ayağı olmayan ve bu yüzden değneklerle yürüyebilen bir adamı seyre koyuldu. Adamın iki adım ardında bir kedi vardı. Belli ki adamın kedisiydi. Ve bir kediden beklenmeyecek bir sadakatle adamı takip ediyordu. Adam mezarlığa girdi. Belki de kendi gibi sakat olan ve bunu kendine yediremediği için intihar eden bir dostunu ziyaret edecekti. Kadın yüzünde hazin bir tebessümle adamı seyrederken birdenbire kurşun yemiş gibi sarsıldı. Bayılmıştı.



Kadın, düşüncelerini düşünmeden yürümeye başladı. Mezarlığa gidiyordu. Neden mezarlığa gittiğini veya o sakat adamı görünce neden ölümü hatırlayıp bayıldığını bilmiyordu. Sadece yürüyordu. Ona bir asır kadar uzun gelen bir süre sonra mezarlığın önünde buldu kendini. Tereddüt bile etmeden içeri girdi. Ne mezar taşlarına bakıyor ne de sessizliğe aldırıyordu. Zifiri karanlığın içinde bazı sokak lambalarının aydınlattığı yerlere doğru yürüyor ve ne aradığını bile bilmiyordu. Nihayet bir ışığın altında bir tabut gördü. O tabuta doğru yürümeye başladı. Tabutun yanında bir adam vardı. İntihar etmişti. Kadın titremeye başladı, yine. Korkarak adama baktı. Tanımıyordu. Sevinmesi mi üzülmesi mi gerekir bilmiyordu. Çünkü neye sevineceğini veya neye üzüleceğini bilmiyordu. Çünkü üzüleceği veya sevineceği şeylere neden bir duygu besleyecek kadar değer verdiğini veya değer vermesi gerektiğini bilmiyordu. Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Tabuta yaklaştı. Tabutu arka tarafından araladığında bir kadavra yerine bir tahta ve tahtanın üzerine konulmuş bir kitap gördü. Kitabı tanıyordu. Adamın en sevdiği kitaptı. Konusu yoktu. Konusu her şeydi. Konusu onlardı biraz. Kitabın içinden bir kâğıt ve beş tane fotoğraf çıktı. Kadının en güzel hallerinde çekilmiş beş fotoğraf... Kadın, kâğıdı açtı. Gözyaşları henüz gözlerinin içindeyken okumaya başladı:

Son sözlerim olduğu için fazla uzatmayacağım. Ama yazmak istedim sana; ağlasın diye gözlerin. Yükseklik korkusu vardı bende, gözlerine bakamazdım. İçim yanardı sen diye, ben üşürdüm gözlerinde. Şimdi sen gitmiş gibi değil ben ölmüş gibi hissediyorum. İnsan hissettiği yaştadır ya hani; işte ben boğuluyorum. Şairler ağlamaz derler, ağlıyorum... Demek ki sen haklısın, şair değilim ben.
Seni unutabilirdim aslında ama ben ölmeyi beceremiyorum ki. Ama emin ol şimdi unuttum seni. Evet, farklı dillerde öleceğiz biz: sen Fransızca ve ben şiirce! Fransızca yağmurlar ıslatacak senin bedenini; beni ise kendi gözyaşlarım. Bilmiyorum ben ölünce ne olurum ama galiba sen şiir olacaksın. Şiirler zaten kadındır; biz erkekler erkekliğimize yediremeyiz. Erkekler kuru kuruya çekemezler aşkın derdini ve bu yüzden ağlarlar, meze yaparlar gözyaşlarını. En büyük yalandır; erkekler ağlamaz, dedikleri...
Artık hiçbir şey geri getirmeyecek beni! Kalbimi de götürdüm yanımda, açık kalp masajı yapma diye. Zaten açık kalp masajı dedikleri; elimi ellerinle okşayışın olsa gerek.. Şimdi şehir bensiz, bir tek sen kaldın, şehir iklimsiz.. Çünkü birer kar tanesiydik biz; birlikte düşersek iklim, yalnız düşersem intihar olurdu. Yalnızım.. Şimdi senden bir isteğim var; ardımdan bir el şiir oku ve unutma: ben seni hep sevdim.
Külüm öldüğümün kanıtıdır ey kadın! İnandın mı; bak bu sefer ölmüş gibi yapmadım..

Tüm mektubu gözyaşları ile hırpalayan kadın son cümlede adamın ne demek istediğini anlamıştı. Tabutun kapağını tamamen açtı. Tabutun baş tarafında beyaz çarşafa sarılı bir şey vardı. Çarşafı açtığında alev alev yanan kalbin adamın tüm bedenini yaktığını anladı. Esen rüzgâr çarşafın içindeki külleri savurup kadının saçlarına ve gözyaşlarına karıştırırken, kadın tabutun arka kısmındaki tahtayı kaldırdı. Mezar tahtası olduğu anlaşılan tahtanın üzerinde yazanları okuduktan sonra orada, o tabutun dizinin dibinde gözlerini yumdu; düşüncelerini kurşuna dizip “Affet!” diyerek... Tahtanın üzerinde büyük harflerle yazan yazı aynen şöyleydi:

KATİL RUHLU ŞAİR




Altay Kenger
(Caer De Disgracia)
30.X.11

10.11.14

ya yanılıyorsak

    aynı sorulara aynı cevapların verildiği bir sınav düşünün. aynı kafada insan yetiştiren eğitim sisteminin sınavları da bu yönde oluyor. öğrenciye yorumlama yeteneği kazandırmak yerine ezber gibi eğitim anlamında olumsuz bir dürtüyü kazandırıyor. hiç bir sınavda isyan vari cümleler yazmışlığım yok ama bazı sınavlarda sorulara alakasız cevaplar verdiğim; hatta cevap yerine sevdiğim bir şairin, yazarın sözlerini ve aforizmalarını yazdığım oluyor. tabii bu yaptığım sayesinde ekstra not almıyorum ki zaten sorunun cevaplarını bilsem ben dahi böyle bir riske girmek istemem.

    başkalarını sorgularken koyduğumuz koşullu önermeye kendimizi katmıyoruz. eğer üniversitede çan eğrisi denilen bir not sistemi varsa çalışıp yüksek alan arkadaşlarımıza isyan edebiliyoruz(hatta küfür ediyoruz) burada koşul sınavı geçmek, bu koşulun içinde kendimiz de varız; fakat kendi tembelliğimizi başkasına sıvazlamak nedense kolay geliyor. bu anlattıklarımdan ders çalışanları savunduğum görüşünü çıkartmayın ama içten içe "helal olsun" diyorum onlara. benim için ölümden daha zor olan çalışma eylemini hakkıyla yerine getirebiliyorlar. fakat çalışmaktan daha önemli olan tüm bunları neden yaptığımızı bilmek bana göre.

    amaçsızca ya da mecburiyetten yapılan her çalışma, kalıcılığı az olmakla birlikte can sıkıyor. vize sınavlarının başladığı dönemde bana gerçekten ama gerçekten mutlu bir öğrenci gösterin! size ve ona, hatta tüm öğrencilere benden çay!

    gerçi benim için fark etmiyor her dönemde aynı monoton duygu skalasına sahibim. bu durumumu "yumurta deliğe gelmeden hiçbir şekilde yumurtayı çıkartmak için çabalamayanlar" derneğine mensup olmama borçluyum. neyse siz yine derslerinize çalışın bana bakmayın en azından sınavlarınızdan geçin; benim kadar cesur olmayın(bu kadar riski kalbiniz kaldırmaz falan, sonra bana gelip ağlarsınız) elbet bir gün yanlışları yanlış olarak kabul edecek birileri bu sistemi devralacak ve doğruyu yanlışı ayırt ederek gelecek nesillere daha geniş ufuklar açacak. biz uçamadık bari onlar uçsun.

İki Cami Arasıda AŞK

Öyle kitaplar okudum ki kimi aşkı anlattıyordu bazıları ise uçsuz bucaksız evreni anlatıyordu ama ben  bu zaman kadar okuduğum aşk kitaplarından en güzeli İki Camii Arasında AŞK, aşkın kudretini insanlar içinde nasıl bir his oluşturduğunu anlatıyor. 18 yaşında kendi arzusu ile devşirip payi tahtta getirilen Sinan, Karaboğdan Seferi sırasında gördüğü Mihrimah Sultan'a aşık olur. Bu aşk Sinan'a önce Prut Nehrini on üç günde geçebilecek köprüyü yaptırır.
Payitahta dönüşte Mihrimah Sultan'ın evlendirilmesine karar verilir. Sinan ve Rüstem Paşa aday olur. Hürrem Sultan siyasi nedenlerle kızını Rüstem Paşa ile evlendirir.
Elli yaşında ve evli olan Sinan, bu evlilik üzerine kendini sanatına verir. Sarayın baş mimarı olur. Aşkın payitahtta yaptığı hanlar, hamamlar ve camilere yansıtır. Özellikle de aşkını Edirnekapı ve Üsküdar'da yaptığı iki cami arasına gizler.

Sevda Çeşmesi

bugün günlerden ney acaba
saymıyorum günleri
artık yalnızlığı,aşkı arıyorum
kalbime denk sevecek birini istiyorum

artık sevmek
aşkımı Mimar Sinan gibi 
taşlara kazımak istiyorum
Ferhat gibi dağları delmek 

sevda ateşinden kavruluyor
serinleyecek bir çeşme bulmak istiyorum
suyundan bir tat,bir mutluluk 
şu küçük dünyada sevecek birini istiyorum



olagelmek

ol
ders çalış
ders çalış
para kazan
seviş
para kazan
evlen
para kazan
arabalan
para kazan
üre

para kazan
ders çalıştır
para kazandır
seviştir
para kazandır
evlendir
para kazandır
arabalandır
para kazandır
üret
öl

5.11.14

her şey olduk da insan olamadık

uzun zamandır şöyle çayımı yudumlayarak bir şeyler yazmıyordum. yazayım ama çaysız. bugün bir film izledim. "castillos de cartón" kimine göre felsefe, kimine göre erotik ve hatta seks, porno filmi. ben her durumda olduğu gibi sorgulama tarafında kalmaya gayret ettim. filmi izlerken ahlakı sorguladım, düzeni, eğitimi ve dünyalıların aile kurma hasretini sorguladım.

film hakkında elimden geldiğince tad kaçıracak bilgiler (spoiler) vermeyeceğim. bu sebeple rahatça okuyabilirsiniz.

yanlış?
film boyunca karakterlerin yüzünden "bir şeyler yanlış mı?" sorusu okudum. ikilemlerle dolu bir hayattalar, bir süre sonra bu yanlış olabilecek şeyin içinde hissettim kendimi. çünkü yanlış olan şey düzendi bana göre. bir şeyleri şuursuzca sıraya koyma manyaklığı kadar yanlış bir şey yoktu. ama yine de düzen gerekliydi aksi takdirde nasıl varlığımızı sürdürürdük? peki varlığımızı sürdürme güdümüz niye bu kadar kararlı? niye varlığımızı sürdürmek zorundayız?

eşcinselliği veya üremeye elverişli olmayan cinsel birleşimleri neden sonsuz kere öteliyoruz? böyle bir soru işitseydim yanıtım "dünyalıların üreme tutkusu" olurdu. the matrix filminde ajan smith'in bahsettiği "insanlar bir virüsten farksız, yerleşiyor, istila ediyor ve tüm kaynakları tüketinceye kadar ürüyor" sitemi bu filmin ortalarında bir yerde kulağımda yankılandı. anne babalar, çocuğunun üremek istemeyişine (ben evlenmeyeceğim) gülüp geçiyor. şöyle düşünüyor anne baba, "bu yaşlarda böyle düşünüyor olması normal büyüyünce engel olmak istesek bile ürer"

evet gerçekten anne baba çocuğunun üremesine engel olamaz. "o kızla evlenirsen sütümü helal etmem" dese de o kızla evlenen "çocuklar" var. "o hıyara damadım demem ben, evlenmeyeceksin" dese de baba, o kız gider o "hıyarla" evlenir. tıpkı kendi annesi gibi. peki bu karşı konulamaz düzen neden, nasıl bu kadar kararlı?

sonuç olarak bize verilen en büyük görev üremek. üremek için de meşru bir evlilik gerçekleştirmek toplumun anne baba adaylarından ilk beklentisi. ismini hatırlamadığım bir yazarın da dediği gibi "kadınlar evlilik için sekse, erkekler seks için evliliğe katlanıyor" bu sözü olduğu gibi kabul etmek bir yana dursun, sonuna "peki neden?" diye eklemek tam benlik. katlanıyor çünkü kadın da erkek de üremek için doğuyor. tıpkı bir virüs gibi, biyolojik veya teknolojik virüs...

bu filmde emeği geçen herkese böyle bir olayı deneyimleme fırsatı verdikleri için teşekkür ederim. deneyimlemek için yaşasaydık geri dönemeyeceğimiz bir yola girmiş olacaktık. ama şimdi çay demleyebilirim.

4.11.14

İçimizdeki makam hırsı

acaba niye doymuyoruz düşünüdünüz mü hep en iyi daha da iyisini istiyoruz doymak bilmeyen bir hırs için çevremizdekileri akrabalarımızı bir kibrit çöpü gibi yakıyoruz hırs denilen şeyin mahkumu oluyormuyuz,peki ya herkes okumak zorunda mı herkes devlet memuru olmak zorunda mı peki herkes devlet memuru olursa kim bakkal kim manav kim şöför  olacak acaba  hırs bizi bile kendi kendimize düşman eder mi,tabi ki bir müddet sonra kendimizden herşeyin daha iyisini bekliyor olacağız olmayınca da isyan ediceğiz isyanı ağzımızdan düşürmeyeceğiz şükürü hiç almayacağız umarım bu karanlık halimizden bir an önce kurtuluruz

1.11.14

Beton

sağım beton.
solum duvar.
sığmıyor benim hayatım beton duvarlara.
dışarıya taşıyor sevgim.
mutluluğum içimdeki sese nota oluyor.

kuşların sesleri.
hele bakın yusufçuğa
nasıl da imalı ötüyor öyle
kuzu sesleri kavalımda nota buluyor