25.12.14

20.12.14

Kara Mazi

Kara mazi etrafı sardı yine 
Önümüze serilmiş 
Hiçbir eksiği yok
Bütün anılar gözler önünde 

Kara mazi etrafı sarmış yine 
Kaybeden herkes 
Kazanan hiç yok 
Ve gün gelecek 
Kaybedenler de yok olacak 

19.12.14

istiyorum 2

Zamanı durdurmak istiyorum bazen
Kimse olduğu yerden kımıldamasın
Bir ben yaşıyayım hayatta
Kimsenin durmamasını istiyorum
Durmaktan ziyade boşalsın sokaklar

Doğrulmak istiyorum bazen
Biraz da olsa şu yatağımdan
"Kaldırın beni?" diye haykırmak istiyorum
Ya da gelin beni buradan alın diye
Alan olmaz belki soran olmaz halimi
Birgün bu yatakta bir şekilde kaybedersem kendimi
O zaman belki

Gitmek istiyorum bazen
Ödüm patlamasın korkunçluğundan
Kendiliğinden gelişsin her şey
Hata gibi belki
Ansızın olsun bazen
Namağlup bir sporcu gibi.


15.12.14

Kara Para

Ölümsüz mü olmak istiyorum
Çizgi film kahramanları gibi
Ya da bir an önce terk edip gitmek istiyorum dünyayı
Yağmur yağıyordu karanlık gökyüzünde
Para ve insanlığımız ıslanıyordu
Dilenciler paraları topluyorlardı
''Dilenciler paranın ne kadarı ile kömür alıyorlar.''

Gökyüzünden umut olup
Karanlık dünyaya düşüyor umutlar
Ve her seferinde kırbaç darbeleri iniyor
Her yer soğuk her yer karanlık

Üşüyorum her seferinde soğuk sokakta
Bu yüzden çıkmıyorum dışarıya
Artık görmek istemiyorum insanları
Karşılaşmak istemiyorum onlarla 

Çünkü; korkuyorum onlar gibi olmaktan 
İnsanlığımı kaybetmekten korkuyorum
Sevgimi kaybedip bulmamaktan korkuyorum
Ve çıkamıyorum dışarıya kapatıyorum kapılarımı sonuna

11.12.14

İSTİYORUM

Gülüyor gibiyim bazen;
Hayat mı o zaten bir uçurum!
Kalbimin enlerinden
O'na gülümsüyorum.

Kalbin en kanlı yerindeyim bazen;
Her tarafım kan!
Çıkıp gitmek isterken ben,
İçten içe patlıyorum.

Ağlamak istiyorum bazen;
Kışın en azılı yağmurları gibi,
Gülmek istiyorum bazen;
Yağmur sonrası açan gökkuşağı gibi.

Kaçıp gitmek istiyorum bazen;
Kurtulup bu karanlıklardan,
Aydınlığa gitmek istiyorum,
Biraz ağlamak, hep gülmek için.

Uçmak istiyorum bazen;
Kuşlaar kadar özgür olmak
Bulutlar gibi belki,
En acımasız yağmurları yağdırmak...

kafasını kullanan futbolcu

geçenlerde bir haber gördüm. bazı haberler insanı cezbeder ve o haberi izlemek görmek içeriğinde ne olmuş öğrenmek istersin, işte yukarıdaki haberde tam onlardan biri. futbolcuların yaptığı ilginçliklere fazla takılmamak gerekte ben gülüyorum işte bazen.

6.12.14

Monalisa

monalisa'm
hayatlar kararmış
hayatlar morarmış
sevda ateşiyle

sessizliğinde sesi çıkmayan aşklar tanıdım
AŞK
aşk neydi ?
monalisa'm

aşk çölde bir gül büyütmek gibi

onu göz yaşları ile sulamak
canından saymaktı
monalisa'm

insanlar dışarıda ölürken

biz ne yapıyoduk seninle
uçsuz bucaksız hayallere mi dalıyoduk
monalisa'm

bende senin gibi gitsem yazar mısın
benim gibi bekler misin
ben gibi sever misin
monalisa'm

karanlık şehrin sokak lambasında geçti günümüz
o sokaklarda ben vardım ben 
ben ise hala aradığın yerdeyim
monalisa'm


3.12.14

düşünce engeli

bildiğiniz üzere bugün dünya engelliler günü. her durumda olduğu gibi bunun için de bir gün belirlemişiz. o gün içerisinde engellileri anadığımızı söylüyor, onlarla empati yapıyor ve sosyal medyada bu günü trend topic yapıyoruz. tüm insanlara bravo diyorum! çok büyük işler başarıyorsunuz. her olguyu bir güne sığdırmak yerine tüm seneye yaysak daha bir anlamlı olmaz mı?  engelli bir bireyin hayatını anlatan bir filmde engelli arkadaşımız diyor ki: "insanların temel problemi biz yokmuşuz gibi davranması" hakikaten öyle değil mi? onları desteklemiyorsak onları görmezden geliyoruz. destekliyorsak da vicdan yaptığımız için, onlara acıdığımız için bunu yapıyoruz. samimi bir şekilde onları destekleyip onların yanında olan muhteşem insanlar zaten engelliler gününün ne kadar mantıksız olduğunu aslında bu yardımın ve desteğin tüm zaman dilimlerinde yapılması gerektiğini biliyor. asıl konu şu ki engelli arkadaşlarımız bu durumda olmayı kendileri seçmedi ve her an bir kaza sonucu bir yetisini kaybedebilecek bizlerin onları farklılık gibi görmesi kabul edilemez.

konuşmaya gelince edebiyat sıçıyoruz, evet bunu yapıyoruz! ama icraate gelince "ay benim ayağıma diken batmasın" diyoruz. bu çelişkiler içinde engellileri anladığımızı söylüyoruz. onları anlayabilmek diye bir şey yok, onlar yok aslında hepimiz biziz, bunu bilerek yaşıyorum.

1.12.14

Nedensiz

   Nedeni bile belli olmayan 
 Zorluklar ve hayat
En kötüsü bile
Zalimliklerle kaybolan
 

Sonra kaçan koşan 
Ah bir kapan olsa
Şu zalimlikleri yıkan
Nedeni belli olmayan adam

23.11.14

Kör

anadan doğma kör insanlar
solmuştu hayatlar
sonbahar da dökülen yapraklar gibiydi
sevgimiz ve insalığımız

onaltı kasım ikibin ondört.
hava soğuk,betonlar ve buzlar ondan da soğuk.
yağmur taneleri iniyor gökten
ve usulca bir yaprağa düşüyor

aynı bir kuş edası ile süzülerek
her yer o kadar sessiz ki
yağmur tanesinin sesini duyabiliyordum
ve kimse yoktu yanımda
ellerim  soğuk
ellerim nasırlı

artık yalnızlığı ve soğu dert etmiyordum
''vakit tamdır diyordum,ve yaprağın sesi
diyor ki değil daha
vakit var daha.''

bu sefil ve yalnız hayattan kurtulmak için
ne vermezdim bir sevdiğim olsa
ne sermezdim önüne
içi boş sahipsiz bir kalp verirdim eline
sevginle doldur diye

20.11.14

afedersiniz

seni betimlerken bazı madenciler
durmaksızın ölüyor
behrinda
ölümlü olduğumuzu hatırlamalıyız

biz burada sevişirken
dilenciler para sayıyor
birileri ölümlü olduğumuzu hatırlatmalı
yüzünün behrinda, yüzünün her noktasını
ezberleyip tekrar unutmaktan yoruldum

...

behrinda.
zabıtalarla dilencilerin işbirliğinden şüphe duyuyorum
dilenciler hasılatın ne kadarıyla kömür alıyor?

yüreğin elime atarken unutuyorum
bu kaçıncı şiir sevişmelerimizi
belgeleyen?

18.11.14

Sonbahar

  Yine günlerden sonbahar
  Ağaçlar yapraklarını dökmüş
  Sararmış hayaller
  Solmuş kalpler

  Sonbahar işte
  Anlamsız hayatlar
  Geriye kalan
  Bir avuç hüzün
  

17.11.14

Katil Ruhlu Şair

Bir mektup daha yazıp gönderdikten sonra balkona çıkıp şehrin gecesini seyretmeye başladı adam. Yüksekteki balkonundan şehrin tüm sokaklarını seçebiliyordu. Patlak sokak lambaları altında oturan gençleri, o sokak lambalarını patlatan ve sağlam sokak lambalarının ömrüne kastı olan diğer gençleri, yorgun adımlarla yürüyen kadınları, uykusuz ve bitap bir şekilde devriye gezen polisleri seyretmek artık bıkkınlık verici bir hale gelmişti adam için.
Arkasına yaslanıp bir sigara yaktı ve sayfalarının yıpranmışlığından defalarca okunduğu anlaşılan kitabını okumaya başladı. Sigarasını rüzgârla paylaşırken okuduğu kitabın satırlarında kendinden geçiyordu adeta. Kitabın; “bir adam ‘ızdırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun?’ diye ağlıyor, bir kadın da buna ‘sus, sus! Ben de ızdırap çekiyorum...’ diye cevap veriyordu” diyen satırlarından sonrasını hatırlamak için, içinde karşı koyulmaz bir istek duyuyordu.
Sigarasını kül tablasında boğduktan sonra sert bir şekilde kitabı kapattı. Bu dünyaya ait olmayan bir nesneye bakar gibi dikkatle baktı kitaba. Beyninin içinde kelimeler, cümleler, diyaloglar, tartışmalar vardı. Yıllar süren bir kavgadan çıkmışçasına yorgun hissediyordu kendini. Kitabı, kutsal bir kitap tutar gibi saygıyla tutuyorken, birden karşısında öksüz bir çocuk varmış gibi göğsüne bastırdı kitabı. Hafif bir rüzgâr ve şehrin sessizlik kokan karanlığında uykuya daldı.

Birkaç gün sonra daldığı dalgınlık âleminden çalan zil ile uyandı. Sanki asırlardır yolda olan bir ulak en sonunda gelmişti, gittiği yerden. Kapıyı açtı ve karşısında bir posta memuru gördü. Beklediğini bulmuş olmasına rağmen yaşadığı sevinci belli edemeyecek kadar yorgundu. Sorar gözlerle memura baktı. Memur, son derece bıkkın ve isteksiz bir yüz ifadesi ile adama bir zarf getirdiğini ve imza atması gerektiğini söyledi. Adam, son derece anlamsız bakışlarla memura baktı. İki yorgun adam dakikalarca birbirlerini süzdüler. Nihayet memur görev başında olduğunu hatırlayarak zarfı adama verdi ve istediği imzayı -bir karalama biçiminde de olsa- almayı başardı.
Adam kapıyı kapatıp balkona geçti. Kendisinin bile farkında olmadığı bir sevinç vardı üzerinde. Heyecanlanmıştı. Zarfı açtı, okumaya başladı:
Sevmek bir intihar eylemi demişsin bana, illegal bir kalp nakli gibi.. Sevmek bir intihardı, peki sen, intiharı göze aldın mı? Beni kazanmak için kendini kaybetmeyi denedin mi? Denemeyi geçtim, hiç düşündün mü bedenini göklere defnetmeyi?
Evet, zordur bir kadını sevmek, hele de yürümeyi biliyorsa. Ama sendin yüreğiyle ayaklarıma prangalar vuran, aslında vuramayan!
Aslında, bana çok şey borçlusun! Bana olan aşkın sayesinde şair oldun, olabildiysen eğer.. Ve biliyorsun; hep Fransız kaldın bana sen, hiç anlaşamadık! Fransızca yağmuru yadırgadın, kendini yağmura bırakmak yerine!
Son sözlerim olduğu için fazla uzatmıyorum. İkimiz farklı dillerde öleceğiz. Ölüm şiir gibidir, şiir gibi.. Ama senin şiir dediklerinin kimi alıntı kimi çalıntı; bak, gidiyorum! Şimdi senden kalmadı bir kalıntı..

Adam mektubu okuduktan sonra diri diri toprağa gömülen bir insan gibi boğulduğunu hissediyordu. Ölüm haberi almış gibi sessizdi. Düşünceleri darağacında sallanıyor, beynine yakın mesafeden bir şarjör kurşun yerleşiyordu. Şehir, işini gücünü bırakıp adamın sessizliğine eşlik ediyordu. Veya adam öyle zannediyordu.



Bir sigara yaktı. İki gündür aynı yerde duran kitaba baktı. Yazarın adının yazdığı yere gözlerini dikerek “Affet!” dedi. O kelime bir rica gibi değil bir yalvarma gibi dökülmüştü ağzından. O kadar ihtiyacı vardı ki affedilmeye, tarih boyunca nefes alan tüm varlıklar onu affetse yine de kalbi acıyacaktı sanki.
Yazı masasının bulunduğu odaya yürüdü. Duvarları sigara dumanı ile boyalı olan odada yazı masasından başka ortalama bir lise öğrencisine bir-iki ömür yetecek kadar kitap vardı. Yazı masasına oturup çekmeceden boş bir kâğıt çıkarıp birkaç cümle yazdı. Kâğıdı yerleştireceği zarfın üzerine her zamankinden farklı bir adres yazarak zarfı yapıştırdı ve evin dış girişindeki posta kutusuna zarfı koyduktan sonra yeniden odasına döndü. Duvarlardaki soyulmuş boya izlerini tazelemek için bir sigara daha yaktı. Sonrasında çekmeceden yine boş bir kâğıt çıkarıp bir şeyler yazdıktan sonra kâğıdı o puslu odaya terk etti.

* * * 

Ertesi gün kadın evden çıkmak için kapıyı açtığında kapısının önüne bırakılmış bir zarfla karşılaştı. Zarfı henüz incelemeden kendi kendine söylenmeye başladı. Kadın, bir insan nasıl bu kadar yüzsüz olabilir, diye düşünüyor ve zarfı gönderenin adam olduğunu zannederek küplere biniyordu. İstemeye istemeye zarfı aldı ve ön yüzünü çevirdi. Gönderici farklıydı. Yani en azından doğru düzgün bir isim vardı. Çünkü ne zaman bir zarfta isim yerine bir mahlasla karşılaşsa o zarfın kim tarafından gönderildiğini anlayabiliyordu. Zarfı açtı. Kâğıdı çıkarıp okuyacakken büyük harflerle yazılmış tek cümlelik bir yazı ile karşılaştı:

“ARTIK HİÇBİR ŞEY ONU GERİ GETİRMEYECEK!”

Kadın, şeytanın sözlerine kanıp kanmamak arasında ikilemde kalmış biri gibi düşünmeye başladı. Sözün kim tarafından ne amaçla yazıldığı merak konusuydu. Kapıyı kapatıp dışarı çıkmaktan vazgeçti. Çantasını yere bıraktı ve içinden sigarasını bularak bir sigara yaktı. Bir elinde sigara bir elinde kâğıt olduğu halde balkona yürüdü. Hiçbir şey düşünmek istemediği bir gün eline geçen bu kâğıt onu yine düşüncelere gömmüştü. Düşünceleri merakından kaynaklanıyordu. Neden merak ettiğini düşünüyor ve bunu neden düşündüğünü merak ediyordu. Sonrasında yine aynı dilemma... Artık düşüncelerinin paradoksa dönüştüğünü düşünmeye başladı. Nedenini düşünürse içinden hiç çıkamayacağı bir girdaba sürüklenecekti. Düşünmeyi bıraktı. Düşünürse delirebileceğini anladı. Gözlerini yumdu ve düşüncelerini bir kâbusa sürüklemeyi tercih ederek uykuya daldı.
Uyandığında balkonda neden uyuduğunu hatırlayacak derecede gereksiz bir uykuya daldığını düşündü. İçindeki merak uykusunda bile onu rahat bırakmamış, binlerce parazit göğüs kafesinin içinde milyonlarca insanın çığlığını bastırırcasına çalışmaya başlamıştı. Ayağa kalktı. Bu sonsuz sıkıntının tek çözümünün adama gitmek olduğunu düşündü.
Sonunda dayanamayarak evden çıktı. Ona gidiyordu. İçinde meraktan ziyade büyük bir korku vardı. Kadın, içinde bir korku olduğunu anlamıyor sadece seziyordu. Korkacak bir şey olmadığını düşünüyordu. Neden merak ettiğini düşünmekten vazgeçerek, neden korku sezdiğini düşünmeye başladı. Düşünceler, korku, merak... Beyni yine paradokslara bulanmıştı. Düşünmeyi bırakıp evden çıktığından beri yeri seyreden bakışlarını önündeki yola doğrulttu. Sanki bir anda adamın evini olduğu sokağa gelmişti. İstemsizce adamın balkonuna baktı. Işığı yanmıyordu. Sokak acayip derecede serindi. Hafiften üşüdüğünü hissetti. Adımlarını hızlandırarak adamın evine doğru yürüdü.




Binanın içine girdiğinde kör bir çocuğun gökkuşağını seyrederken gördüğü manzaradan daha karanlık bir manzarayla karşılaştı. Gözü kapalı gitse bulabileceği derecede iyi bildiği dairenin yolunu tuttu. Karanlık, çok karanlıktı. Bu alışılmamış karanlık artı soğukluk kadının korkusunu körüklüyordu. Yeniden düşünür gibi olunca gözlerini kapatıp adımlarını durdurdu. Merdivenin basamağına oturup sakinleşmeye çalıştı. Kadına dakikalar gibi geçen birkaç saniyede yeniden ayağa kalktı. Kendini adamın dairesinin önünde bulduğunda şaşkınlıktan kısa bir çığlık attı. Dairenin önüne kadar gelmiş olsa neden kapıyı çalmak yerine basamaklara oturmayı tercih etmiş olabilirdi. Nasıl olduğuna anlam veremedi ve vermek de istemedi zaten. Kapıyı tıklattı. Kapı açılıverdi. Kadın, biraz önceki olaydan sonra bu olaya pek şaşırmamıştı sanki. Sadece korkusu pekişmiş merakı iyice artmıştı. Binanın içindeki karanlığın aksine evin içi şaşılacak derecede aydınlık gibi gözüküyordu. Ama evin içine yoğun bir kızıllık hâkimdi. Kadın içeri girdi. Evin içi binadan daha serindi. Etrafı incelemeden ve hiç ses çıkarmadan ilerliyordu. Yazı masasının olduğu odaya girdi. Odanın içi daha serin ve daha kızıldı. Sanki odanın duvarları sigara içiyormuş gibi odanın içi aşırı derecede sigara kokuyordu. Kadın yazı masasının yanına gelerek masanın üzerindeki kâğıdı gördü. Kâğıdın üzerinde “O’na” yazıyordu. Üstüne alındığı anlaşılıyor ki oturup okumaya başladı:

Bu sefer seni sevdiğimi yazmayacağım sadece hissettireceğim; şimdi yavaşça elini yalnızlığına koy. Koyamazsın! Çünkü günahkâr olan benim, sen değil. Tanrı gibi yalnız olup günah işleyen benim.
Biliyor musun sevgili; senden adam olmaz. Olsa olsa kadın olur, soyadı ben olmayan. Aslında ben hep kendimi özledim ondandır seni arayışım. Özür dilerim! Reenkarnasyona inanıyordum; ölürsen içimde yaşayacaktın. Ya ben? Bilirsin güzel şeyler hep erken biter; dudaklarının dudaklarımda yarattığı cennet gibi. Şimdi, gece vakitsiz peydahlanan bir günahın âhı ile vakitsizce gidiyorum, bu. Kendi balkonumdan kendimi seyrediyorum, senin yapamayacağın gibi..

Kadın, kâğıdı bıraktığında merakının ve korkusunun dineceğini zannederek yanıldığı anlamıştı. Titreyerek ayağa kalktı ve balkona kadar yürüdü. Balkon kapısı açmaya ne isteği ne de cesareti vardı. İki adım geri çekilerek sandalyeye oturdu. Düşünceleri kurşunlara meydan okurcasına işliyordu beyninde. Gözlerini yumdu. Düşünmek istemiyordu. Göz bebekleri karıncalanana kadar hareketsiz bekledikten sonra ellerini gözlerinden çekti. Derin bir karanlığın içinden yavaşça kendine gelen gözleri ile etrafa bakındığında şaşkınlıktan titremeye başladı. Balkona çıkmadığı halde balkonda, adamın balkonunda olduğunu görünce rüyada olup olmadığını kontrol etmek için kendine bir tokat attı. Rüya değildi. Zaten böylesi garip bir durumun içinde olan bir kişi rüyada olamazdı. Bu düpedüz kâbustu. Ama ne yazık ki gerçekten balkondaydı. İstemsizce ayağa kalktı. Ayağa kalkmayı düşünmemiş, bunu aklının ucundan dahi geçirmemişti. Tamamen istemsizce, şuursuzca ayağa kalktı. Şehri seyretmeye başladı. Patlak sokak lambaları altında oturan gençleri, o sokak lambalarını patlatan ve sağlam sokak lambalarının ömrüne kastı olan diğer gençleri, yorgun adımlarla yürüyen kadınları, uykusuz ve bitap bir şekilde devriye gezen polisleri görünce hayatın devam ettiğinin farkına vardı kadın. Tek başına yürüyen bir adama takıldı kadının gözleri. Bir ayağı olmayan ve bu yüzden değneklerle yürüyebilen bir adamı seyre koyuldu. Adamın iki adım ardında bir kedi vardı. Belli ki adamın kedisiydi. Ve bir kediden beklenmeyecek bir sadakatle adamı takip ediyordu. Adam mezarlığa girdi. Belki de kendi gibi sakat olan ve bunu kendine yediremediği için intihar eden bir dostunu ziyaret edecekti. Kadın yüzünde hazin bir tebessümle adamı seyrederken birdenbire kurşun yemiş gibi sarsıldı. Bayılmıştı.



Kadın, düşüncelerini düşünmeden yürümeye başladı. Mezarlığa gidiyordu. Neden mezarlığa gittiğini veya o sakat adamı görünce neden ölümü hatırlayıp bayıldığını bilmiyordu. Sadece yürüyordu. Ona bir asır kadar uzun gelen bir süre sonra mezarlığın önünde buldu kendini. Tereddüt bile etmeden içeri girdi. Ne mezar taşlarına bakıyor ne de sessizliğe aldırıyordu. Zifiri karanlığın içinde bazı sokak lambalarının aydınlattığı yerlere doğru yürüyor ve ne aradığını bile bilmiyordu. Nihayet bir ışığın altında bir tabut gördü. O tabuta doğru yürümeye başladı. Tabutun yanında bir adam vardı. İntihar etmişti. Kadın titremeye başladı, yine. Korkarak adama baktı. Tanımıyordu. Sevinmesi mi üzülmesi mi gerekir bilmiyordu. Çünkü neye sevineceğini veya neye üzüleceğini bilmiyordu. Çünkü üzüleceği veya sevineceği şeylere neden bir duygu besleyecek kadar değer verdiğini veya değer vermesi gerektiğini bilmiyordu. Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Tabuta yaklaştı. Tabutu arka tarafından araladığında bir kadavra yerine bir tahta ve tahtanın üzerine konulmuş bir kitap gördü. Kitabı tanıyordu. Adamın en sevdiği kitaptı. Konusu yoktu. Konusu her şeydi. Konusu onlardı biraz. Kitabın içinden bir kâğıt ve beş tane fotoğraf çıktı. Kadının en güzel hallerinde çekilmiş beş fotoğraf... Kadın, kâğıdı açtı. Gözyaşları henüz gözlerinin içindeyken okumaya başladı:

Son sözlerim olduğu için fazla uzatmayacağım. Ama yazmak istedim sana; ağlasın diye gözlerin. Yükseklik korkusu vardı bende, gözlerine bakamazdım. İçim yanardı sen diye, ben üşürdüm gözlerinde. Şimdi sen gitmiş gibi değil ben ölmüş gibi hissediyorum. İnsan hissettiği yaştadır ya hani; işte ben boğuluyorum. Şairler ağlamaz derler, ağlıyorum... Demek ki sen haklısın, şair değilim ben.
Seni unutabilirdim aslında ama ben ölmeyi beceremiyorum ki. Ama emin ol şimdi unuttum seni. Evet, farklı dillerde öleceğiz biz: sen Fransızca ve ben şiirce! Fransızca yağmurlar ıslatacak senin bedenini; beni ise kendi gözyaşlarım. Bilmiyorum ben ölünce ne olurum ama galiba sen şiir olacaksın. Şiirler zaten kadındır; biz erkekler erkekliğimize yediremeyiz. Erkekler kuru kuruya çekemezler aşkın derdini ve bu yüzden ağlarlar, meze yaparlar gözyaşlarını. En büyük yalandır; erkekler ağlamaz, dedikleri...
Artık hiçbir şey geri getirmeyecek beni! Kalbimi de götürdüm yanımda, açık kalp masajı yapma diye. Zaten açık kalp masajı dedikleri; elimi ellerinle okşayışın olsa gerek.. Şimdi şehir bensiz, bir tek sen kaldın, şehir iklimsiz.. Çünkü birer kar tanesiydik biz; birlikte düşersek iklim, yalnız düşersem intihar olurdu. Yalnızım.. Şimdi senden bir isteğim var; ardımdan bir el şiir oku ve unutma: ben seni hep sevdim.
Külüm öldüğümün kanıtıdır ey kadın! İnandın mı; bak bu sefer ölmüş gibi yapmadım..

Tüm mektubu gözyaşları ile hırpalayan kadın son cümlede adamın ne demek istediğini anlamıştı. Tabutun kapağını tamamen açtı. Tabutun baş tarafında beyaz çarşafa sarılı bir şey vardı. Çarşafı açtığında alev alev yanan kalbin adamın tüm bedenini yaktığını anladı. Esen rüzgâr çarşafın içindeki külleri savurup kadının saçlarına ve gözyaşlarına karıştırırken, kadın tabutun arka kısmındaki tahtayı kaldırdı. Mezar tahtası olduğu anlaşılan tahtanın üzerinde yazanları okuduktan sonra orada, o tabutun dizinin dibinde gözlerini yumdu; düşüncelerini kurşuna dizip “Affet!” diyerek... Tahtanın üzerinde büyük harflerle yazan yazı aynen şöyleydi:

KATİL RUHLU ŞAİR




Altay Kenger
(Caer De Disgracia)
30.X.11

10.11.14

ya yanılıyorsak

    aynı sorulara aynı cevapların verildiği bir sınav düşünün. aynı kafada insan yetiştiren eğitim sisteminin sınavları da bu yönde oluyor. öğrenciye yorumlama yeteneği kazandırmak yerine ezber gibi eğitim anlamında olumsuz bir dürtüyü kazandırıyor. hiç bir sınavda isyan vari cümleler yazmışlığım yok ama bazı sınavlarda sorulara alakasız cevaplar verdiğim; hatta cevap yerine sevdiğim bir şairin, yazarın sözlerini ve aforizmalarını yazdığım oluyor. tabii bu yaptığım sayesinde ekstra not almıyorum ki zaten sorunun cevaplarını bilsem ben dahi böyle bir riske girmek istemem.

    başkalarını sorgularken koyduğumuz koşullu önermeye kendimizi katmıyoruz. eğer üniversitede çan eğrisi denilen bir not sistemi varsa çalışıp yüksek alan arkadaşlarımıza isyan edebiliyoruz(hatta küfür ediyoruz) burada koşul sınavı geçmek, bu koşulun içinde kendimiz de varız; fakat kendi tembelliğimizi başkasına sıvazlamak nedense kolay geliyor. bu anlattıklarımdan ders çalışanları savunduğum görüşünü çıkartmayın ama içten içe "helal olsun" diyorum onlara. benim için ölümden daha zor olan çalışma eylemini hakkıyla yerine getirebiliyorlar. fakat çalışmaktan daha önemli olan tüm bunları neden yaptığımızı bilmek bana göre.

    amaçsızca ya da mecburiyetten yapılan her çalışma, kalıcılığı az olmakla birlikte can sıkıyor. vize sınavlarının başladığı dönemde bana gerçekten ama gerçekten mutlu bir öğrenci gösterin! size ve ona, hatta tüm öğrencilere benden çay!

    gerçi benim için fark etmiyor her dönemde aynı monoton duygu skalasına sahibim. bu durumumu "yumurta deliğe gelmeden hiçbir şekilde yumurtayı çıkartmak için çabalamayanlar" derneğine mensup olmama borçluyum. neyse siz yine derslerinize çalışın bana bakmayın en azından sınavlarınızdan geçin; benim kadar cesur olmayın(bu kadar riski kalbiniz kaldırmaz falan, sonra bana gelip ağlarsınız) elbet bir gün yanlışları yanlış olarak kabul edecek birileri bu sistemi devralacak ve doğruyu yanlışı ayırt ederek gelecek nesillere daha geniş ufuklar açacak. biz uçamadık bari onlar uçsun.

İki Cami Arasıda AŞK

Öyle kitaplar okudum ki kimi aşkı anlattıyordu bazıları ise uçsuz bucaksız evreni anlatıyordu ama ben  bu zaman kadar okuduğum aşk kitaplarından en güzeli İki Camii Arasında AŞK, aşkın kudretini insanlar içinde nasıl bir his oluşturduğunu anlatıyor. 18 yaşında kendi arzusu ile devşirip payi tahtta getirilen Sinan, Karaboğdan Seferi sırasında gördüğü Mihrimah Sultan'a aşık olur. Bu aşk Sinan'a önce Prut Nehrini on üç günde geçebilecek köprüyü yaptırır.
Payitahta dönüşte Mihrimah Sultan'ın evlendirilmesine karar verilir. Sinan ve Rüstem Paşa aday olur. Hürrem Sultan siyasi nedenlerle kızını Rüstem Paşa ile evlendirir.
Elli yaşında ve evli olan Sinan, bu evlilik üzerine kendini sanatına verir. Sarayın baş mimarı olur. Aşkın payitahtta yaptığı hanlar, hamamlar ve camilere yansıtır. Özellikle de aşkını Edirnekapı ve Üsküdar'da yaptığı iki cami arasına gizler.

Sevda Çeşmesi

bugün günlerden ney acaba
saymıyorum günleri
artık yalnızlığı,aşkı arıyorum
kalbime denk sevecek birini istiyorum

artık sevmek
aşkımı Mimar Sinan gibi 
taşlara kazımak istiyorum
Ferhat gibi dağları delmek 

sevda ateşinden kavruluyor
serinleyecek bir çeşme bulmak istiyorum
suyundan bir tat,bir mutluluk 
şu küçük dünyada sevecek birini istiyorum



olagelmek

ol
ders çalış
ders çalış
para kazan
seviş
para kazan
evlen
para kazan
arabalan
para kazan
üre

para kazan
ders çalıştır
para kazandır
seviştir
para kazandır
evlendir
para kazandır
arabalandır
para kazandır
üret
öl

5.11.14

her şey olduk da insan olamadık

uzun zamandır şöyle çayımı yudumlayarak bir şeyler yazmıyordum. yazayım ama çaysız. bugün bir film izledim. "castillos de cartón" kimine göre felsefe, kimine göre erotik ve hatta seks, porno filmi. ben her durumda olduğu gibi sorgulama tarafında kalmaya gayret ettim. filmi izlerken ahlakı sorguladım, düzeni, eğitimi ve dünyalıların aile kurma hasretini sorguladım.

film hakkında elimden geldiğince tad kaçıracak bilgiler (spoiler) vermeyeceğim. bu sebeple rahatça okuyabilirsiniz.

yanlış?
film boyunca karakterlerin yüzünden "bir şeyler yanlış mı?" sorusu okudum. ikilemlerle dolu bir hayattalar, bir süre sonra bu yanlış olabilecek şeyin içinde hissettim kendimi. çünkü yanlış olan şey düzendi bana göre. bir şeyleri şuursuzca sıraya koyma manyaklığı kadar yanlış bir şey yoktu. ama yine de düzen gerekliydi aksi takdirde nasıl varlığımızı sürdürürdük? peki varlığımızı sürdürme güdümüz niye bu kadar kararlı? niye varlığımızı sürdürmek zorundayız?

eşcinselliği veya üremeye elverişli olmayan cinsel birleşimleri neden sonsuz kere öteliyoruz? böyle bir soru işitseydim yanıtım "dünyalıların üreme tutkusu" olurdu. the matrix filminde ajan smith'in bahsettiği "insanlar bir virüsten farksız, yerleşiyor, istila ediyor ve tüm kaynakları tüketinceye kadar ürüyor" sitemi bu filmin ortalarında bir yerde kulağımda yankılandı. anne babalar, çocuğunun üremek istemeyişine (ben evlenmeyeceğim) gülüp geçiyor. şöyle düşünüyor anne baba, "bu yaşlarda böyle düşünüyor olması normal büyüyünce engel olmak istesek bile ürer"

evet gerçekten anne baba çocuğunun üremesine engel olamaz. "o kızla evlenirsen sütümü helal etmem" dese de o kızla evlenen "çocuklar" var. "o hıyara damadım demem ben, evlenmeyeceksin" dese de baba, o kız gider o "hıyarla" evlenir. tıpkı kendi annesi gibi. peki bu karşı konulamaz düzen neden, nasıl bu kadar kararlı?

sonuç olarak bize verilen en büyük görev üremek. üremek için de meşru bir evlilik gerçekleştirmek toplumun anne baba adaylarından ilk beklentisi. ismini hatırlamadığım bir yazarın da dediği gibi "kadınlar evlilik için sekse, erkekler seks için evliliğe katlanıyor" bu sözü olduğu gibi kabul etmek bir yana dursun, sonuna "peki neden?" diye eklemek tam benlik. katlanıyor çünkü kadın da erkek de üremek için doğuyor. tıpkı bir virüs gibi, biyolojik veya teknolojik virüs...

bu filmde emeği geçen herkese böyle bir olayı deneyimleme fırsatı verdikleri için teşekkür ederim. deneyimlemek için yaşasaydık geri dönemeyeceğimiz bir yola girmiş olacaktık. ama şimdi çay demleyebilirim.

4.11.14

İçimizdeki makam hırsı

acaba niye doymuyoruz düşünüdünüz mü hep en iyi daha da iyisini istiyoruz doymak bilmeyen bir hırs için çevremizdekileri akrabalarımızı bir kibrit çöpü gibi yakıyoruz hırs denilen şeyin mahkumu oluyormuyuz,peki ya herkes okumak zorunda mı herkes devlet memuru olmak zorunda mı peki herkes devlet memuru olursa kim bakkal kim manav kim şöför  olacak acaba  hırs bizi bile kendi kendimize düşman eder mi,tabi ki bir müddet sonra kendimizden herşeyin daha iyisini bekliyor olacağız olmayınca da isyan ediceğiz isyanı ağzımızdan düşürmeyeceğiz şükürü hiç almayacağız umarım bu karanlık halimizden bir an önce kurtuluruz

1.11.14

Beton

sağım beton.
solum duvar.
sığmıyor benim hayatım beton duvarlara.
dışarıya taşıyor sevgim.
mutluluğum içimdeki sese nota oluyor.

kuşların sesleri.
hele bakın yusufçuğa
nasıl da imalı ötüyor öyle
kuzu sesleri kavalımda nota buluyor

28.10.14

SENSİZ

Ağlamakla geçmez bu yıllar
Sensiz ağlıyorum neye yarar
Resmine bakar ağlarım
Her gece sensizliğe yatarım
Her sabah sensizliğe kalkarım.

HİSLERİM

Içim acıyor, kalbim sızlıyor. 
Gözyaşlarımı tutmak istiyorum, 
ama beni dinlemiyorlar. 
Teker teker akıyorlar gözlerimden yanaklarıma. 
Isterdim ki, gözlerim hiç ağlamasın.

 
Ağlatanlar sağolsun...
  

Bazen söz geçiremiyorum kendime. 
Birden ağlamaya başlıyorum. 
Her şey anlamsız geliyor o anda. 
Küçücük bir umudun beni mutlu etmesini istiyorum. 
O kadar muhtacım ki bazen küçücü
k şeylerden mutlu olmaya. 

Bir kalemle duygularımı tarif etmeye çalışıyorum arada. 
Oysa ne bir kalem ne de bir kağıt anlatamaz neler yaşadığımı.

27.10.14

HAYAT

Acı hayat, acı hayat
Yakamızı bırak rahat!
Bir çift mum olup yanalım
Eriyelim saat saat…
Aşktan taviz verme sakın!
Sakın sevme, kıt kanaat!
Söyle bana aşk olmazsa
Nasıl geçer acı hayat?
Acı hayat, acı hayat
Aşksız hayat zor zenaat!
Acı hayat, nankör hayat
Yakamızı bırak rahat!
Bir çift mum olup yanalım
Eriyelim saat saat…
Acı hayat, acı hayat
Kanunundur zulüm, hayat…
Amansız bir hastalıksın,
İlacındır ölüm hayat

25.10.14

Mektup

Kararıyor bulutlar.
Hüzün çöküyor üstümüze .
Kapanıyor gözlerim sonsuzluğa.
Mutluluk  hissediyorum.

Ufak bir tebessum var yüzümde.

Düşmana inat güler gibi.
Dosta kapısını açan.
Komşu,gibi kalbim.

Temiz,açık ve net.

Adresi olmayan mektup gibi ordan oraya.
Kalbime gömdüklerimi hatırlıyorum.
Ve boş veriyorum hayatı.
Hayat ,yaşamaktan ibaretse .
Yaşan çok.
Sevecek yok.

büyük harflerin gereksizliği

insanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik, öğrenmek. bu kutsal özellik okumakla başlıyor. okullar da ilk olarak okumayı öğretmeyi amaçlar.

bir ilkokul bebesinin okumayı öğrenmesi maalesef gösterdiği gayret ve ilgiye göre bir yıldan daha uzun sürebiliyor. bu eğitim harfleri tanıma ile başlıyor. abecelerde (alfabelerde) büyük harflerin de oluşu öğrenme sürecini geciktiriyor. abecelerde sadece küçük harfler olsa 29 harf öğrenerek sesleri birbirine bağlama aşamasına geçebilecekken bebelerin taze hafızalarına büyük harfler yüklenmeye çalışılıyor. dolayısıyla günümüzdeki eğitim sistemindeki öğrenciler öğrenme serüvenine aylarca geç kalıyorlar.

abecelerde büyük harfler oluşunun okuma öğrenimini geciktirdiğini teknik olarak açıklayabildiğimi düşünerek, bu satırdan sonra büyük harflerin kaldırılması halinde hiçbir kayba uğramayacağımızı açıklamaya çalışayım.

bazı "büyük harf düşmanları" aynı zamanda noktalama işaretlerine de karşılar. ben yalnız büyük harflere karşıyım. çünkü noktalama işaretlerinin (metni ve yazarı) anlayarak okumaya büyük bir katkısı var. noktalama işaretleri okuma esnasında duraklanacak yerleri, ünlemleri ve vurguları belirtiyorlar. okuma anında gereken bu üç önemli görevi noktalama işaretleri yapabiliyorken büyük harfin, anlayarak okumaya hiçbir katkısı yok.

noktalama işaretlerinden sonra büyük harfle başlamak cümleye yüksek sesle başlanacağı anlamına gelmiyor. sadece yeni bir cümlenin başladığı anlamına geliyor. e zaten nokta konulunca soldaki cümlenin bittiği anlaşılıyor, yeni cümleyi "bu cümle yeni" diye etiketlemek gereksiz bir detay.

özel ve "değerli" isimlerin büyük harfle başlaması da tamamen yalakalık. zaten "değerli" isimler kişiden kişiye değişeceğinden, çok kafa karıştıran (ve yine dolayısıyla fazladan ilgi zapt eden) bir olgu bu. bir de işin "estetik" ve "güzellik" boyutu var elbette.
  1. ulaştırma ve denizcilik bakanı ahmet mehmet
  2. Ulaştırma ve Denizcilik Bakanı Ahmet Mehmet
1 numaralı örnek mi daha estetik ve güzel 2 numaralı mı?
bana böyle bir soru sorulsa "güzel" derken ne kast edildiğini anlamaya çalışırım. güzellik ve estetik göreceli değil midir? kimisi mavi sever kimisi kırmızı.

özetle büyük harf vakit kaybıdır. örneğin bu yazıyı okuyarak vakit kaybettiniz hep bu büyük harf kuralı yüzünden.

24.10.14

Selma Abla

Büyük buhranı yaşamadım ben, zaten yaşasaydım da çok etkilenmezdim. Babam da etkilenmezdi.  Eski evimiz müstakildi, iki katlı, üst katında biz oturuyorduk ve babamın çalıştığı yerin hemen arkasındaydı. Babam işçiydi benim. Babam içerdi benim, rakının yanında su barındırmadan. Asgari ücretten biraz daha az ücret alırdı. Sonra bizim evimizin alt katında Selma abla vardı, o da içermiş. Hiç görmedim ama ben, kira verdiğini de görmedim. Vermesin zaten, babam içerdi benim. Benim babam kapalı alanda da sigara içerdi, açık alanda da. Selma abla vardı, bahsetmişimdir belki. Sonra bizim bakkala borcumuzda vardı, ama tekel bayiiye yoktu. Onlar fatura kesiyormuş, verilirmiş. Selma Abla vardı, uzun ve siyah elbisesiyle hatırlıyorum, yüzü kırışmış ve saçlarının dipleri beyazlaşmış. Siyah ve mor karışımı bir yüzü vardı. Bunların hiç önemi yok, unutun gitsin. Büyük buhranı da unutun gitsin. Okumayı bile unutabilirsiniz. Benim babam öldü. Ondan önce birisi daha ölmüş. Baktık, ölen Selma ablaymış. Halbuki iş arıyordu kadın, part-time öldüyse demek ki. Babam işten atılmadan öldü. Selma abla işsizken. Selma ablanın bir abisi vardı. Ne zaman aklıma gelse siyah beyaz ve çamurlu kunduralar canlanır zihnimde. Babamı o öldürdü. Selma ablanın bir abisi vardı, serçe parmağında yüzük olan, orta ve işaret parmağı arasında sigara bulunduran, kardeşini öldürmüş. Zaten bir hafta geçti, biri daha ölmüş. Floresan çıkıntısında asılı bulmuşlar. Tıpatıp anneme benzettiğim birisi, ama beyaz önlüklü bir abi karıştırdığımı söyledi. Halbuki en son havada gördüm ben annemi. Bide ben varım bu dünyada. Üç tane müzikle bir ömrü hayal aleminde yaşayan. Bin kilometre için çabalayan. Üçüncü biradan sonra rakıya dönen. Varım, fiilen.

21.10.14

Filistin

Bir küçük toprak parçası.
İçinde iman yüklü kalpler.
Solu deniz.
Sağı ise bir vicdansız.

Çocuk sesleri var sokaklarda.
Kadınların gözlerinden inci tanesi olarak.
Düşüyor toprağa.
Göz yaşları.
Tekbir!!!
Ve bomba  patlıyor ardından.

Ve insanlar kapatıyorlar gözlerini sonsuzluğa.
Küçük bir Filistinli çocuğun annesine sorduğu soru kadar.
Saf masum temiz imanlar.
İnsanlar değil müslümanlar ölüyor.

20.10.14

Yaşamak


Kaç yaşındayım acaba
Şu zalim dünyada
Belki on belki kırk bilmiyorum 
Artık sayamıyorum

Şu kötü dünyadan çektim elimi
Ne dünyayı önemsiyorum ne de basit insanları
Artık bilmiyorum 
Sadece  yaşıyorum

19.10.14

çok tuhaf

çok tuhafım bugün
birine aşık olacağım o olacak

o olacak aşık olduğum kadın

sonra başka birine,
sonra başka...
başka olacak bu aşk

birine bir şeyleri yanlış anlatacağım bugün
biri beni anlamayacak

anlatmayacak beni bugün
bugün eve gitsem,
işe gitsem,
sokakta uzansam, kestirsem biraz
biraz daha tuhafım bugün

bugün birine mektup atıp kaçasım var
işte bunlar hep zillere basıp kaçma hasretinden

bugün bir bilgisayar programcısı bir yerde intihar etmiş
annemler endişeli,
annemler daha anne bugün
...
annemler kumbarama para atıp kaçmışlar

18.10.14

Biraz da buraların dertleri anılsın #2

Güneş doğalı birkaç saat olmuş. Gökyüzü kuşları yeniden ağarlıyor. Ben de bakkal Eşref abiyle muhabbet ediyordum. Fatih telefonla konuşarak bakkala geldi.

"dangalak lan bunlar" demeden önce telefonu kapattı ve "selamun aleyküm sakinler" dedi.

selamını aldık tabii, "ne vardı sabah sabah telefonda" dedi Eşref abi. "ya bırak abi bu adamlar siyasetten, politikadan zerre anlamıyor" dedi. Eşref abinin oğlu da çay yapmış biz varız diye bardakları fazla ayarlamış geldi oturduk bakkalın köşesine. Anladık, dinledik ki; Fatih Ülke liderlerimizin göçmen politikalarından endişelenmiş. Çok şehit verdik abi buralar için, çok kahramanlıklar yaptık, ha diye ölümcül kararlar veriyorlar ayıp ediyorlar, amlarına koyayım onların diyor. Eşref abinin de kafası karışık. Bak oğlum, ben burada 20 yıla yakındır bakkallık esnaflık ediyorum. Bu semtin sakinlerine hesaplar açar kredi dahillerinde borçlarına göz yumarım. Eskiden tüm maaşını getirip bana veren devlet memurları vardı bu semtte. Şimdi çok şükür esnafından memuruna kimse fahiş borçlar yapmıyor. Refah düzeyi öncekinden iyi. Deyip bizim Fatih'i sakinleştirmeye çalışıyor.

Ben hâla telefondaki kişinin kim olduğunu merak ediyorum ama soramıyorum tabii küt diye.

Fatih biraz yatışsa da diyor ki, ne yapılırsa yapılsın başımızdaki terörü hükümet de destekliyor diyor da peygamber demiyor. Eşref abi de sonunda haklısın oğlum, tamam. dedi bu sefer Fatih daha da hiddetlendi bile bile lades denir mi lan diye bana kızıyor. Ben bir şey demedim ki lan dedim.

Fatih'deki hikmeti en haklı davacıda bile görmemiştim adam epeyce kızmış belli.

Eşref abi de çaktırmıyor ama iktidar yanlısıdır. Son birkaç terör olayı olmasa bağıra çağıra derdi oyumu iktidara verdim, toz kondurtmam, laf ettirmem diye. Ama diyemiyor onun da kendince sebepleri var. Almanya'daki yeğeni bedelli yaptı askerliğini.

Çayım bitti nezaketen istemedim yenisini. Bardak elimde bekliyordum Riçhırd ‘Ökkeş’ Godaman'ın kardeşi geldi. Sıcağından ekmek diye. Eşref abi verdi ekmeği yolladı çocuğu. Çocuk da abisinden aşağı kalır değil.

Hayırlı işler. Dedi gitti.

17.10.14

Haydar Ağca



Twiter: https://twitter.com/haydaraca
Facebook: https://www.facebook.com/haydaragca

Ben Kimim ?
Kahramanmaraş'ta doğdum ve burada yaşıyorum şuan Kahramanmaraş Mesleki ve Teknik Anadolu Lise sini okuyorum.10. sınıfım bölümüm otomasyon.

Hobilerim
Ben şiir yazıyorum.Bol,bol kitap okuyorum ve çevreme arkadaşlarıma zaman ayırıyorum.
Geziler yapmayı başka yerler görmeyi seviyorum.Başka insanlar tanımayı seviyorum.

Anagramist olarak ne yapıyorum
Anagramist internet dergisin de şiir,öykü,deneme ve bence yazıyorum.Anagramistlere yeni katıldım ve yaptığımız işleri çoğaltacaz İnşallah.

16.10.14

ajandasını yayınlayan adam olmak

herkes hep birileri olmak ister. ünvan ya da kişi...
ben uzunca bir süre "çok yoğun çalışan adam" olmak istemiştim hatta ajandasını yayınlayan adam olmak istemiştim. bu da diğer hevesler gibi olgunlaştıkça tutarlılaşmaya hatta raftan kaldırılmaya başlıyor.

neden ajandasını yayınlayan adam olmak sitedim bilmiyorum belirsiz bir şey bu, zaten arkada kaldı galiba artık öyle biri olmak istemiyorum.

15.10.14

Basit Dünya



Hayatlar dolmuş boş işlerle
Sadece sahte dünyanın süsüne kanıyoruz
İyiyi,kötüyü ayırt edemiyoruz
Sadece işimize geleni yapıyoruz

Boş vaatlerle kandırıyoruz kendimizi
Hayattan ve basit insanlardan alamıyoruz kendimizi
Sahte dünyanın sahte süsüsüne kanıyoruz
Ve hep en iyisini bekliyoruz

8.10.14

Hesaplaşma

Bazen yorgun ama hep telaşlıyım bugünlerde
Ben de bilmiyorum telaşımı
Bazen kendi kendimi dinliyorum
İçimdeki sesi dinleyip kendimle hesaplaşıyorum

6.10.14

Biraz da buraların dertleri anılsın #1

Dedi Riçhırd 'Ökkeş' Godaman sonra bizim justin seloğlu çıkageldi, "bu masanın hali ne amua goyim" diyerek.

Durun toparlayayım. Böyle başlayınca anlamsız duracak tüm yazı.

Şimdi şevket abilerin sokağından bir çocuk bağırıp çağırıyordu -sonradan öğrendik adı leventmiş- basit bir mevzuyu büyütmüş itler. Şevket abinin eniştesi dördüncü kata buzdolabı taşıtıp "hadi eyvallah" deyip kapıyı yüzlerine kapamış gençlerin. Gençler de "belimiz sikildi hiç yoktan 10 lira bıraksaydı!" diye dayanmışlar şevket abinin kapısına. Şevket abi de haklı olarak "benim meselem değil kardeşler, aranızda halletmeyerek siz eşeklik etmişsiniz. Eniştemin kalıbı belli" dese de çıkartmış iki 20lik vermiş avuçlarına.

Faruk da hiçbir şeyden habersiz bir elinde börek diğerinde kutu kola masamıza geliyordu. Leventler yanımızdan geçerken kafalarıyla selam verdiler. Faruk yanlış anlayıp kutu kolayı arkalarından fırlattı. Neyse ki çocuklar halden anladılar bariz azcık da bel ağrıları vardı mevzuyu uzatmadan uzadılar.

Bizim de canımız börek çekti faruk'un koluna girip "hadi gidelim" dedim. Bozuklar çıkmazsa desteklesin diye. Börekçi teyze "bunlar bayat gibi görünür ama azıcık ısıttım mı yeni çıkmışı sollar." diyerek bizi yola getirdi. biz de beklemeye koyulduk teyze sıkıldığımızı fark edince konu açtı "Oksana Akinshina'yla Anna-Catherine Hartley kardeş oğlum" dedi. "Olur mu teyze!? doğumları arasında 4-5 ay var!" dedim. "Anaları farklı oğlum baba bir" dedi.

Bizim muhasebecinin hesabı iyidir.

Aldık ısıtılmış börekleri mekana dönerken Riçhırd 'Ökkeş' Godaman'a rastladık. dedik "börekler bizden gel karnımızı doyuralım." adam bizim kadar vurdumduymaz değil tabii "Eyvallah gençler düşünmeniz yeter. Niyetliyim sonra ortak olurum sofranıza" dedi. Tedaş'da işi varmış biz de tutmadık.

4.10.14

KARANLIK ŞEHİR

karanlık şehirbu gece de sessiz 
kör umursamaz insanlar
hayattan soğumuş insanlar

sensizliğin içinde
arıyor seni hüzünlü bulutlar

ağır basıyor duygular
güneş bile doğmak istemiyor
şu karanlık şehre

kara, kapkara şehirde
bulutlar da artık gülmüyor
sadece, sadece ağlıyor

30.9.14

balkon sefası

elimde demli bir çay oturmuşum balkona. telefonumda farid farjadın müziği açık, caddede insanların koşuşturmalarını izliyorum. farid farjad anlatıyor ben dinliyorum. sonra bir kuş gelip konuyor balkon demirine, ona bir selam çakıyorum pır havalanıp gidiyor. daha sonra fırsatçı şemsiyeciler dikkatimi çekiyor pastanenin önünde. el mahkum alıyor vatandaşlar şemsiyeleri birer ikişer. e ne olur abi-abla bir kez de ıslansanız diyorum. ben kendimi garantiye almışım ne de olsa.

27.9.14

Mustafa Ağca

                       

facebook https://www.facebook.com/mustafa.mustafa09


Ben kimim? 

 Kahramanmaraş'ta doğdum ve burada yaşamaya devam ediyorum şu an Önsen Ortaokulu'nda 8.sınıf okuyorum 

Hobilerim

Hobilerimin arasında en çok sevdiğim şiir yazmak ve arkadaşlarımla vakit geçirmek.Başka yerleri keşfetmek hoşuma gidiyor

Anagramistler olarak ne yapıyorum 

Anagramist olarak şiir,öykü,düz yazı yazıyorum.Anagramistlere yeni katıldığım için yeni şeyler çıkacağına inanıyorum.
Ana Baba Acısı

Sönmüyor yüreğimin acısı
Anası,babası olmayınca dinmiyor  insanın acısı
Sokaklar,caddeler anası,babası oluyor insanın
İnsanlar en çok ana,baba sancısı çekiyor

İnsan anasız,babasız dikeni olmayan gül gibi
Her yeri açık savunmasız
Her yeri karanlık,güneşi olmayan hayat gibi
Sadece özlem var içinde ana,baba özlemi

Boştur duyguları hissetmez hayatı
Sadece özler,içinde buruk acıları
Anasız,babasız kör karanlık kuyu olur hayatı
Bir gün anasını babasını rüyasında görürse ancak o zaman mutlu olur

Bahçem

bir bahçem olamalı 
bir köşesi güllerle gülecek 
diğer köşesi papatyalarla sevinecek
menekşelerim gülecek

bir yanda ise yarim güneş gibi
doğacak güllerin üstüne
papatyalara ışık olacak
o karanlık şehre umut olacak

"bin lira" filmimin kamera arkasından bir kare

26.9.14

Şiir ve Şair Şiarı

Şiirin her insanda aynı tesiri yaratmadığı muhakkak. Mutlak her insan şiirden farklı tatlar alır, tabi bazıları hiç tat alamaz. O bazıları için şiir gereksiz bir uğraş, saçma bir icattır. Düz ve yalın bir biçimde konuşmak varken, sanatlı bir dile bürünmek kişiye saçma gelir. Şiiri ve şairi anlamaz, hatta anlamak istemez, lanet eder. Sonra Tanrı’nın oyunu bu ki, lanet evine döner. Kişinin başına aklına gelmeyen şeyler gelir. Gücü tükenir, duaları yanıtsız kalır, sesini yutmayı öğrenir. Boğazındaki yumruk, ağzını burnunu dağıtınca bir şeylere tutunmak ister. Yanında yönünde hiç kimse yoktur. Kelimeleri görür. Onlara tutunur. Kelimeler kindar değildir, kucaklar kişiyi. Kişi, kelimelerle hasret giderir, kelimelerle oynar, kelimeleri değiştirir, kelimelere anlam yükler. Kelimelerden imgeler türetir. Ve yazmaya, yaratmaya başlar. İşte ilk günahı da o an işler. Şirk koştuğu anda...

Şiirin her insanda aynı tesiri yaratmadığı muhakkak. Mutlak her insan şiirden farklı tatlar alır, tabi bazıları hiç tat alamaz. Bazıları da şiiri müzikten ayıramaz. Şiiri okurken mutlaka beyninde bir fon müziği vardır, o müziğe uyarak okur şiiri. Müzik bitince şiiri okuyamaz hale gelir. Bazılarında bu durumun dozajı yükselir, artık şiir olmasa da müzik vardır onlar için. Şiire gerek kalmamıştır. Ve haliyle şiire gerek kalmayınca şarkının sözüne de gerek kalmamıştır. Enstrümantal besteler beyninde yankılanıyordur artık. Duyguları notalarla anlatmaya başlar yavaş-yavaş. Sonra belli bir aşamadan sonra notalar, duygularını ifade etmekte yeterli olmamaya başlar. Ve kişi tekrardan kelimelere koşar. Kelimelerle hasret giderir, kelimelerle oynar, kelimeleri değiştirir, kelimelere anlam yükler. Kelimelerden imgeler türetir. Yazmaya, yaratmaya başlar. İşte ilk günahı da o an işler. Şirk koştuğu anda...

Şiir şairin işlediği bir günahtır. Cürmü şirk, ceremesi yalnızlıktır. Eski bir deyişte dendiği gibi, Tanrı olmak isteyen yalnızlığı kabul etmelidir. Ve şairler günahkârsa, şairleri ancak günahkâr olmayan birileri yargılayabilir. Yaratmak günah sayıldığı için yaratan değil, yaratılan günah olduğu için yaratılan değil; henüz yaratılmamış ve ilelebet yaratılmayacak varlıklar şairleri yargılayabilirler ancak. Bu şairlerin yargıya maruz kalmayacakları anlamına gelmez. Su, suyun içindeyse; yargı kalemin ucundadır şair için. Lakin unutulmasın: Her şairin yargıcı bir kalemse, o kalemi tutan şairin kendisi değildir. Aynı günaha malik günahdaş şairler birbirlerinin yargıcı olabilirler ancak. Bu durum önermeyi haklı çıkarır aynı zamanda: şairin kaleminin ucundaki kelam henüz yaratılmamıştır ve hiçbir şair en iyi dizesini yaşarken yazamayacaktır ki bu da o dizenin ilelebet yazılamayacağını doğrular.

Velhasıl: Şair olmak, zarar ömre!
Şairin gazabından ve bedduasından korunmanız dileği ile!

Altay Kenger

Caer De Disgracia

25.9.14

"orman değiliz artık, milli parkız"

tamamen gönüllülük esasına dayalı bir kısa filmcilik yardımlaşma platformu oluşturuyorum. grup şimdilik sadece kahramanmaraşlılara hitap ediyor, umarım zamanla tüm türkiye'yi ve hatta dünya'yı kapsar.

kısa filmcilik bir hobi, bir boş zaman değerlendirme eylemi. üstelik harika bir de yetenek gösterme etmeni.

kısa film izlemek ve üretmekten hoşlanıyorsanız bize de bekleriz.
http://www.facebook.com/groups/522738497863802/

23.9.14

ekmek aslanın neresinde?

bir gün fareler de
oyuncakların yerini alır be kaptan
daha az tehlikeli toptan, tüfekten
daha insancıl kurttan koyundan

biz de paltomuzu kuşanıp palyaçoluk yaparız belki
vizyon katalım diye değil
eski palyaçolar gibi
açlıktan

2

bu bilgisayar bir şeyleri,
bir şeyleri sürekli olarak biliyor

ben bir şeyleri sürekli biliyorsam eğer,
bu tamı tamına bilgisayardır

ben yapamıyorken on parmak yazmak,
kod yazmak,
film çekmek,
tasarlamak,
seslendirmek,
montajlamak,
şiir yazmak,
yaşamak
büyük marifetti

doktorluğun kitabını yazarsam eğer,
hasta olmak yasaklanır

şimdi ölsem şurda,
şu bilgisayarın karşısında
ölmek bile cazibesini kaybeder

beni taşımıyorken tabutlar,
tabutlar beni taşımıyorken,
ne kadar felsefik,
ne nostaljik.
ne siyasi

taşımıyorken akıllar beni
ne çok şeyi biliyor,

fareler bile daha insan benden,
daha tıbbi,
daha bilimsel,
faideli

bir gün giderim bu diyardan,
bir gün kafiyelerimi de alır,
gökyüzünün olmadığı bir yerlere,
bir yerlerde gökyüzünün olmadığını
anlatmaya giderim

yanımda götürdüğüm şu bilgisayar,
şu bir küsür bilgisayar bilgimle
bilgisaymanın inceliklerini
unutturmaya giderim

o haysiyetsizliğiyle meşhur ve meşgul aslanın midesinden
midesinden aslanın,
elimi kolumu
ve varlığını unuttuğum uzuvlarımı
kurtarmanın heyecanıyla giderim.

giderim bir gökyüzünün olmadığı gerçeği kadar sert.
bir baba kadar olgun.
bir çocuk kadar suçlu.

22.9.14

ekibe kan arıyoruz!!!

  amatör bir çaba içerisindeyiz. kısa film yapmak için uğraşıyoruz. ancak yeterli ve misyonlu oyuncularımız olmadığı için başarılı olamıyoruz. oyuncu olmak isteyen ya da olabilir aslında diyen arkadaşlar arıyoruz. başta belirttiğim gibi amatörüz ve tamamen gönüllülük esasına dayanarak çalışıyoruz. sanatın içine maddiyat katmayı sevmeyen bir yapımız var, çünkü hepimiz öğrenci olduğumuz için paramız yok. teknik donanımlarımız tam ama onu garanti edebiliriz. sözün özü  oyunculuk ya da sinema sektörünün herhangi bir bölümüne hevesli iseniz(kurgu, senaryo, kameramanlık, yönetmenlik) bize katılmanızı istiyoruz. cevabınız evet ise küçük bir rica daha, oyuncularımızı arşivlediğimiz aşağıdaki formu doldurur musunuz. her nerede olursanız olun ekip olarak biz size ulaşacağız.

20.9.14

sokak


saçma sapan denemeler

     insan olmak eyleminin gerektirdiği yükümlülükleri maddiyat çelişkisiyle sınırlayan insanlar sorumlu bu dünya düzeninin sahte düzeninden. hakkınla bir iş başına geçmek isterken haksız bir kavganın içinde bulursun kendini ve çocukken de başına geldiği gibi tüm saflar sana yani saf duygularına karşı duvar olur. kavgada yenilmek değildir de seni üzen yenilgi duygusunun taşınamaz ve aşağılayıcı tarafıdır. eğer yanında bir kişi var ise dostundur yoksa dost kara günde belli olsundur. aforizmaların sonuç bölümleri gelir başına hep. farklı aforizmalar hayatına yansımasına karşın neden bölümü hep aynıdır. daha doğrusu aynı olmasını isteyen insanlar hep daha güçlüdür. iki bardak çayın varsa birini içersin birisini de soğumaya bırakırsın o derecede gönlün boldur. bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır ya ona bile pazarlık edecek insanlarla karşılaşırsın. 41 olsa hani…

    20 liran olur 20 liran olmuştur. para ile samimiyetin bu kadardır. paraya değer vermezsin, insanlara değer vermek istemezsin, ikisi farklıdır. parayla satın alınamayacak şeyler olduğunu iddia edersin ve iddiayı kaybedersin, yine sen kaybedersin. kredisi yüksek dostlar edineceğine bir kredi kartı alırsın dosta muhtaç olmazsın. dostun ilgisi yetmedikçe limit yükseltirsin.

12.9.14

kadınlar da biraz duygusaldır tabii

cinsiyet ve duygusallık kelimeleri duyulduğunda kafada, "kadınlar duygusal canlılardır" gibi ezber bir cümle oluşuyor. bu ezber yalanlara daha ne kadar inanacağız?

okuyan bilir yıllardır ilişkiler üzerine yazılar yazıyorum ve cinsiyetçi değilim. ama yanılgının karşısında durmayı görev biliyorum. gerçekleri konuşmak, dinlemek lazım.
ben heteroseksüel bir erkek olarak cinsel anlamda, hoş, sevimli, tatlı kadınları çekici buluyorum. peki heteroseksüel kadınlar hangi erkekleri çekici buluyor?

üzerinde "erkekler..." yazan bir kağıdı rastladığımız kadınlara uzatıp "devamını dilediğiniz gibi tamamlayın" desek, ne tarz şeyler yazılır? ben aşağıdaki örneklerle karşılaşacağıma eminim.
  • erkekler... kaba - saba, öküz gibi insanlar. hatta bazıları insan bile değil.
  • maç izlerken aşırı itici oluyorlar.
  • evlenince değişiyorlar.
  • çok anlayışsızlar.
  • pisler.
  • kakalar
vesair... aynı anketi erkeklere yapsak? yani "kadınlar..." yazıp devamını tamamlamalarını söylesek?
  • güzel canlılar, böyle saçları var falan
  • tüm gelirlerini bakım ve kozmetiğe harcıyorlar
  • tek amaçları ortamın en güzeli olmak
  • bazıları çok kaprisli ama güzele kapris de yakışıyor
şimdi yazıma başlarken bahsettiğim ezber cümleye bakalım, "kadınlar duygusal canlılardır" ve herkesin kabul ettiği üzre kadınlar daha narin, estetik ve sevgiye muhtaçlar...

çok da bir şey açıklamayan bir yazı oldu galiba bu ama şunu ekleyip bitireyim.

erkekler... narin, estetik, sevgiye muhtaç ve duygusal canlılara aşık olurlar.

kadınlar... kaba - saba, öküz ve pis canlılara aşık olurlar.

8.9.14

Hasan ve Siyah

O gün­den sonra belki yüz bin defa Ha­tı­ram Olsun'u din­le­dik Hasan'la. Coş­kun Sabah söy­lü­yor Hasan si­ga­ra­sı­nı ci­ğer­le­ri­nin en di­bin­de­ki hüc­re­le­re kadar çe­ki­yor­du. Yal­nız­lı­ğı du­ma­nın kas­ve­tin­den de­ğil­di. Of­la­ya of­la­ya vu­ru­yor­du rakı bar­da­ğı­nı ara­ba­nın ka­pu­tu­nun üs­tü­ne, di­ki­yor­du ka­fa­sı­na. Hani kar­şı­da bir dağ olsa ayak­la­nır ge­lir­di Hasan'ın ya­nı­na, te­sel­li ver­mez, bir ka­deh­te o içer­di. Ken­din­ce haklı se­bep­le­ri vardı bu ha­re­ket­le­ri­nin. Se­vi­yor­du ve im­kan­sız­dı. Ger­çek­ten im­kan­sı­zı ilk defa onda gör­müş­tüm. O güne kadar her şeyin bir yolu ol­du­ğu­na ina­nır­dım. Hasan yirmi dört ya­şın­day­dı ve iş­siz­di. He­pi­miz gibi. Hasan'ı Hz. İsa görse şük­re­der­di çek­ti­ği acı­la­ra bakıp bakıp. Ara­ba­sı Kar­tal'dı. Sol farı ol­ma­dı­ğın­dan iki kere ceza yemiş üçün­cü­ye ceza yazan po­lis­le­ri döv­müş­tü. Müs­lüm Gür­ses öl­dü­ğü gün ken­di­si­ni eve ka­pat­mış, üç gün çık­ma­mış­tı. Sonra gör­dü­ğüm­de yetim kal­mış gi­biy­di. Hasan yirmi bir ya­şın­day­dı ve aşık­tı. Ger­çek­ten aşık­tı. Sa­nı­yo­rum ki dün­ya­nın ilk olu­şum ev­re­sin­den beri aşık­tı. Son­suz­luk ya­ra­tı­lır­ken bile aşık­tı. Yakın ar­ka­da­şım­dı, bir gün ba­ba­sı­nı öl­dür­mek­ten kor­kar­dı. An­ne­si ba­ba­sı­na aşık olmuş genç­ken. Aile­si ver­me­miş işsiz diye, bütün her­ke­si kar­şı­sı­na alıp kaç­mış ba­ba­sı­na. Biz işte, in­san­lar. Aşık ol­du­ğu ka­dı­na de­ğin­me­ye­ce­ğim ama evli ve iki çocuk an­ne­siy­di. Kızıl saç­la­rı vardı. Hasan o kadar se­vi­yor­du ki ka­dı­na tek ke­li­me laf et­me­miş­ti. Ka­dı­nın Hasan'ın var­lı­ğın­dan bile ha­be­ri yoktu. "Ço­cu­ğu var. Sev­me­se çocuk yap­maz­dı," dedi. Hasan ter­te­miz se­ver­di. Ge­ce­nin en ka­ran­lık sa­at­le­rin­de hep köprü aya­ğın­da olur­du. Ge­ce­nin en siyah vak­tin­de bile bem­be­yaz se­ver­di. Artık ora­dan geçen po­lis­ler bile ra­hat­sız et­mez­di Hasan'ı. As­ke­re git­me­mek, onun­la aynı şe­hir­de kal­mak için üni­ver­si­te bile oku­yor­du. Dük­kan­la­rı­na gel­miş o sı­ra­da gör­müş onu. Sonra dük­ka­nın ka­pı­la­rı­nı bile ki­lit­le­me­den evine kadar takip etmiş. O gün ka­sa­la­rı­nı pat­lat­mış­lar­dı. Da­ki­ka bir gol bir der acı acı gü­ler­di hep. O an an­la­mış­tı belki Hasan, ama hiç bı­rak­ma­mış­tı pe­şi­ni. Öğ­ret­men­di, Kay­se­ri­li. Otuz iki ya­şın­da 14 Eylül do­ğum­lu. Adı­nın baş har­fi­ni bile ka­zı­ma­mış­tı ko­lu­na Hasan. Öyle ter­te­miz se­ver­di. Hayal bile et­mez­di, belki de ya­kış­tı­ra­maz­dı ken­di­si­ne bil­mi­yo­rum. Köprü aya­ğın­da ol­ma­dı­ğı gün ev­le­ri­nin önün­de ara­ba­da içi­yor olur­du. Ne çek­tiy­se Hasan ken­di­ne çekti. Hiç kim­se­ye bir za­ra­rı do­kun­maz hatta sokak kö­pek­le­ri­ni bile se­ver­di. Öyle te­miz­di. Bir gün şiir bile yazdı onun için ama ver­me­di. Ve­re­me­di belki de. Cüz­da­nı­nın ara­sı­na sı­kış­tır­dı. Çok iyi an­lı­yo­rum o acıyı. Şiiri cüz­da­nı­nın ara­sı­na sı­kış­tır­ma­yı, el­le­rin cep­le­rin­de gez­me­yi. Yedi mil­yar küsür in­sa­nın için­de yedi mil­yar küsür cüz­da­nın ara­sın­da yedi mil­yar küsür şi­irin için­de yedi mil­yar küsür söz­cü­ğün için­de giz­liy­di Hasan'ın aşkı. Bu­la­ma­dık, ka­dın­da bu­la­ma­dı. Hasan ken­di­ni kay­bet­ti, ken­di­de bu­la­ma­dı. Ben git­tim sonra şe­hir­den, bir yıl sonra gel­di­ğim­de söy­le­di­ler. Arar­ken kay­bol­muş, "belki bu­lu­rum," demiş. Bir mek­tup yaz­mış sonra ona, şimdi mek­tup­ta ne yaz­dı­ğı­nı söy­le­me­ye­ce­ğim ama kal­bi­min or­ta­sı­na san­cı­yı sap­la­yan şun­lar oldu; "bir kö­pü­ğe bakıp, yanan bir külde yahut yu­ka­rı­la­ra çıkan du­man­da gö­rü­yo­rum seni. Sa­de­ce öyle gö­rü­yo­rum. Sen iyi bir in­san­sın. Seni ta­nı­dık­tan sonra bende de­ğiş­tim. Cen­net'te gö­rüş­mek için. O halde bana mü­sa­ade. Bak­tım, çok bak­tım. Sağa sola aşağı yu­ka­rı, kal­dı­rım­la­rı aşın­dır­dım. Gör­me­din. Ben sana bak­tık­ça ben kay­bol­dum. Son­suz­luk sanki senin yüzün. Olsun, bir çay bah­çe­sin­de bu­lu­şu­ruz bir gün."

5.9.14

kimim ki?

   artık klasikleşmiş dille kendimi tanıtmak istemiyorum. nereli olduğumun pek önemi yok ama çok merak edenler için kahramanmaraşlıyım. yaklaşık yirmi yaşındayım. eğitim siteminin cilveleri yüzünden malatyadayım. üniversite okuduğunu zanneden bir öğrenciyim. ilkokul, liseyi nerede okuduğum eminim sizin dikkatinizi çekmeyecektir.

   kısa film yapmaya çalışan adamlardan yalnızca biriyim. montajı ben buldum gibi bir iddiam yok ama az çok montajdan anlarım. yönetmen olma gibi bir hedefim var. inşallah araya bir tanıdık sokarsam en geç bir haftaya yönetmen olacağım.

   deli gibi film izlerim. televizyona ve televizyondaki yayına karşıyım(sansür dolayısıyla). bu yüzden internette haşır neşir olduğum en önemli aktivite bir şeyler izlemek. bunun yanında sosyal bağımlılıklarım da var.
(bkz: fbdıvitırsözlük)

28.8.14

damadı öpebilirsin

bir yeni meslek daha tecrübe ediyorum, düğün ve nikah fotoğrafçılığı. bir günde onlarca farklı nikah merasiminde bulunuyorum. nikah memurunun "gelini öpebilirsiniz" ezberi aklımı kurcaladı biraz.
toplumun kadın - erkek ilişkisine bakış açısı konusunda ipucu veren sözlerden biri de bu. niye öpüşmek gibi iki taraflı yapılan bir sevgi eyleminin ehliyeti erkeğe veriliyor? küfürlerin çıkış noktası da yine aynı şey değil mi? küfürlerde erkek etken, kadın edilgendir. iğrenç olacak ama örnek vereyim, iş yerinde öfkelenmiş bir kadından "amlayayım böyle işi" gibi bir küfür duymayız ama erkekler rahatlıkla "sikeyim böyle işi" diyebilir. çünkü topluma göre her zaman sik "etken" am ise "edilgendir."

bir takım okur kitlesi bu gibi bir yazıda "vajina" veya "kadınlık organı" yerine am yazdığım için kızacaktır. fakat sik kelimesine hiç kafayı takmazlar. işte tuhaflık burada. sik de argo, am da. ve sik ne kadar etkense am da o kadar etken. ancak tecavüz gibi durumlarda alışık olduğumuz şey amın edilgen olmasıdır, bu durumda edilgenlik doğrudur fakat tecavüze uğrayan birinin erkek olması onu etken yapmaz. tecavüze uğrayan, cinsiyetine bakılmaksızın edilgendir, mağdurdur.

bu kadar argo dolu bir yazıda adını kullanmak istemediğim, çok sevdiğim bir hocamın "neden 'seninle evlenebilir miyim?' değil de 'benimle evlenir misin?'" tespitini paylaşmak istiyorum. erkeğe çocukluğundan beri verilen "eşini seçmelisin" alt eğitimi sonucu kadınlar seçilen olmaya meyilli oluyorlar. "erkek istemek" diye bir merasim yoktur mesela. kız istemek vardır. günümüzde kız isteme merasimi iki çiftin anlaşması sonucu biraz da göstermelik oluyor olsa da kız istemek diye bir şey var. esasında evlilik öncesinde ve sürecinde çiftlerden biri etken diğeri edilgen ise bu evliliğin temeli çok da sağlam atılmamıştır bana göre. çünkü çiftler etken edilgen şeklinde yapılanırsa evlilik sonrasında haklar konusunda eşitsizlik görülecektir. yine örneğin, evlenme ehliyetinin erkeğe verilmesi gibi boşanma ehliyeti de erkeğe verilir. erkek eşini aldatırsa, pişman olması ve özür dilemesi evliliğin bitmemesi için yeterlidir ama kadın eşini aldatırsa aile mahkemesinin yolu tutulur.
öpmek, öpülmek konusunda bir de "kiss me ercan!" samimiyetsizliği var. hollywood'un kafamıza yerleştirdiği bir olay bu. kadın erkekle öpüşmek isterse doğrudan eyleme geçmek yerine erkeğe kendisini öpebilme ehliyeti veriyor. ne saçma.

özetle sadece erkek veya sadece kadın istiyor diye değil her ikisi de istediği için evlilik yapılmalıdır. nikah memurları "gelini öpebilirsiniz" yerine "öpüşebilirsiniz" demelidir. ve kadınlar da evlilik teklifi edebilmelidir. ve argo vardır ve gereklidir.

21.7.14

Yok ağbi

Sokak sonu biracısında bir kış geçirdik üç arkadaş. Onlar boş bira şişelerini çalmaya çalışıyordu, bende onlara şişeleri boşaltarak destek çıkıyordum. Mehmet ağbi fark ettiği halde seslenmemişti. Mehmet ağbi değişik bir adamdı. Kafasının sadece sağında ve solunda saçlar vardı, üstüne yapışmıştır diye iddiaya girdiğimiz gri gömleğinin sol cebinde hep bir tekel 2000 olurdu. Temiz içerdi. Annesi onu beş aylıkken terk etmiş. Karısı da 44 yıllıkken. Bir gün tek başıma oturuyordum, suratımın asık olduğunu fark edince yanıma geldi "Neyin var" dedi. "Bir şeyim yok ağbi" dedim.   
"Sigaran da mı?"

"Yok ağbi."             
Çıkartıp bir tane verdi. Bira içiyorsam ve yanında duman tütmüyorsa bu büyük bir sorundur benim için. Mehmet ağbide biliyordu bunu. Sigarayı yaktım. Sarhoşun teki "Ananı sikeceğim senin Zahide" diye bir nara atana kadar susmuştuk. Mehmet ağbi hemen olay yerine koştu, sarhoşa susup efendi gibi içmezse evine kadar döverek götürebileceğini söylüyordu ve bunu destekler nitelikte el kol hareketleri yapıyordu. Sarhoşu susturup yerine oturtunca raftan bir kül tablası alıp tekrar yanıma geldi ve oturdu. Sigara paketini göğüs cebinden çıkartıp masanın üstüne koydu. Benden bir şeyler anlatmamı bekliyor ama sessizliği bozmamak için kendiside konuşmuyordu. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama kül tablasında 11 tane izmarit saymıştım. Kendisi anlatmaya başladı. "Bir sabah telefon çaldı, gittiğini söyledi. Bacağımın kopup gitmesini telefondan öğrenmiş gibi oldum. Bari dedim. Bari bir mektup yazsaydın. Telefondan terk edilmek zoruma gitti. Beni çağırıyordu, kısa bir yolculuk yaptığını söyledi. İlk dolmuşa bin ve 842. dükkanda in dedi. Binemem dedim. Ayaklarım yok. Birinden ödünç al dedi. Kafamın içerisinde ağlayan bir kadın sesi var duyamıyorum seni dedim. Bir birahane aç, sokak sonunda sokak sonu olsun... Bir daha ne gördüm ne sesini duydum. Bir gün abisi gelip artık öldüğüne inanmamı söyledi. İnanmadım. Çok sigara içiyordu, benden önce ölme dikkat et demiştim. Tamam demişti. Halbuki ben ciddiydim, o değilmiş. Telefonum çalıyordu, kafamın içinde telefonlar çalıyordu. Bir gün sabah erkenden mezarlığa gittim. Ayaklarım yoktu, sürünüyordum. İsmini bulamadım, bir toprak almak isterdim. Ellerim yoktu. Ellerimin arasında bir kuş görmek isterdim. Havaya fırlatmak. Ayaklarına bir not iliştirmek istiyordum. Kuşun kanatları yoktu. O gidince herkes hayatını devam ettirmek için gereken bütün uzuvlarını yitirdi. Bir ben kaldım tek kulaklı, bir de sen. Var git ayakların yok olmadan."